Cengiz Çandar 8 Temmuz 2004 tarihli D.B.Tercüman Gazetesi'nde "Anti-Semistik palavralar, Kürt düşmanlığı ve BOP adlı makalesinde sureti haktan görünerek şunları söylemektedir; 

"Türkiye'nin İsrail ile 'askeri-stratejik ilişkiye sahip  bir ülke olarak, Ortadoğu sorununda "taraf" görüntüsüne girmesinin, Türkiye'nin Ortadoğu'da 'İsrail politikalarının stepnesi' olarak algılanmasının, Türkiye'nin 'tarihi kimliği' ve 'mevcut gücü' ile bağdaşmayacağını ve Türkiye'yi yersiz ve haksız biçimde küçülteceği düşüncemi bir kez daha tekrarlamış olayım"

Arkasından da şunları söyleyerek İsrail'in avukatlığını yapıyor; "her taşın altında Yahudi parmağı veya her gelişmede İsrail senaryosu aramaya yönelecek anti-semitizm"i yani Yahudi düşmanlığını meşru gösteremez" İsraillilerin Irak'ta Kürtlere silahlı eğitim verdiği ya da tek kelimeyle ve kategorik olarak palavra olduğunu açıklayalım. BOP adı verilen G-8'de çıkan kararla Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika girişimi adını alan stratejik yönelimin aslında Büyük İsrail Projesi olduğu varsayımı...

BOP'dan kasıt Ortadoğu ülkelerinin demokratik dönüşümü değil. İsrail'in sınırlarını Türkiye'yi de parçalatarak büyütülmesi amacını taşıyor. İsrail'in bu sözde politikası Kürtleri kullanarak Türkiye'yi hedef alıyor.

"Türklerle Kürtler arasında husumet yaratmaya yönelik politikalar... "

"Bu görüşlerin temelinde aşağılık kompleksi yatıyor.."

... Türkiye'nin parçalanacağını söylemek paranoya ve psikiyatrik yanı olmalı Türkiye'de yaygın ve yanlış bir kanaat mevcut. Ortadoğu'daki Amerikan siyasetinin İsrail siyaseti olduğu. Hatta, bunu daha da ileri boyutlara taşıyıp, Amerika'nın Ortadoğu siyasetini İsrail'in belirlediği görüşü var. Bu nedenle, Amerika, "ırak'ın toprak bütünlüğü"nden söz ederken, "parçalanmış" değil, "mevut sınırları içindeki" bir Irak'ın "dönüşümü"nü hedef alıyor.

Daha sonrada palavradan ibaret olan bir ANAR anketiyle milletimizin BOP'un hayata geçirilmesine taraftar olduğu sonucuna varıyor. kendi çalıp kendisi oynamak mantığıyla, yazısına şu sözlerle son veriyor.

"Teşekkürler Türkiye, "Komplo teorileri"ne, "ırkçılığa" ve "geri zekalılığa" itibar etmeyen bir kamuoyuna sahip olduğun için...

Bir an için bunların doğru olduğuna varsayalım ve 5 Kasım 2003 tarihli D.B. Tercüman'daki yazısına dönelim;

Wesley Clark, "ABD askerleri büyük savaşçılardır fakat isteksiz imparatorluk muhafızlarıdır. Eğer çıkarlarımızı güvence altına almak istiyorsak, başka güç kaynaklarına yönelmeliyiz." dediğini ifade ederek ABD'nin Ortadoğu planlarında pek masum olmadığını bir Amerika'lının ağzından anlatmaktadır. Keza Harward öğretim üyelerinden Michael Ignatieff'in şu sözlerini nakletmektedir.

 Ignatieff, çarpıcı biçimde, "Emperyal bir güç olmak, en güçlü veya en fazla nefret edilen ülke olmaktan öteye bir şeydir. Dünyaya bir düzen empoze etmek ve bunu Amerikan çıkarına göre yapması demektir. Kendini, çıkarlarına aykırı gördüğü iklim değişikliğine dair Kyoto Protokolu ve Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi kurallardan bağışık tutarken, piyasalardan kitle imha silahlarına uzanan yelpazede Amerika'nın istediği kuralları koyması demektir. (Emperyal güç olmak) Aynı zamanda, 20. Yüzyıl'ın sona ermiş imparatorluklarının-Osmanlı, İngiliz ve Sovyet-mirası üzerinde Amerika'nın emperyal işlevlerini sürdürmesi demektir" tanımını getiriyor.

Bu sözlerden, ABD'nin masumane amaçlar taşıdığını söylemek, geri zekalı olmaya delil teşkil etmektedir.

Gene Cengiz Çandar 9 Mayıs 2004 tarihli yazısında Thomas Firiedman'dan şunları nakletmektedir; "Irak'ta savaşı kaybetmekten çok daha önemli bir şeyi kaybetmek tehlikesiyle yüzyüzeyiz. Amerika'nın tüm dünyada sahip olduğu moral otorite ve ilham kaynağı olma konumunu kaybetmek tehlikesiyle yüzyüzeyiz. Amerika'nın ve başkanının dünyanın her yerinde böylesine nefret edildiği bir dönemi ömrümüm hiçbir döneminde hatırlamıyorum."

Amerika'nın Irak'taki "hataları", "politika tutarsızlığı" ve sürekli sergilediği zigzaglar ve "zayıf görüntüsü"nün "faturası"nın sonuçlarını, Türkiye dahil, bütün bölge, hatta dünya çekecek.

Irak'taki durumun bu şekilde kötüye gitmesinin nedenlerden biri de; Irak'ta güvenlik" için Amerika'nın yeteri büyüklükte güç bulundurmaması.

Böyle bir durumda, bu zaafları değerlendiren "silahlı direniş"in Irak'ın tümüne yaymayı başardıkları bir "güvensizlik ortamı", Irak'ın "yeniden inşa" çabalarını ve Amerikan kredibilitesini onulmaz değilse de, ciddi ölçüde sekteye uğrattı. Washington'da panik yarattı. Dünya çapında, Amerika'nın inandırıcılığını sarstı.

Amerikalıların "Irak yanlışları"nın, ordunun dağıtılması, Baasçılığın yasaklanması, Kürtlere "fazla yüz verilmesi", Şiilerin "anlaşılmaması" vs. gibisinden kimi Türk yorumcuların ileri sürdükleriyle ilgisi yok.

Ordunun dağıtılması ve Baasçılığın yasaklanması ise, tam tersine, "Amerika'nın doğruları."

Saddam Hüseyin gibi kimyasal silah kullanan bir katilin yönetiminin tarihe gömülmesi iyidir.

Irak'ın bugün karmakarışık bir ortamda bulunması, geleceğinin belirsizliği bu "olumlu gerçeği" ortadan kaldırmaz.

Irak halkı, Saddam diktatörlüğünü, "içerden" devirse daha iyi olmaz mıydı?

Şüphesiz çok iyi olurdu. Bunu defalarca denedi de. Özellikle, Kürtler ve Şiiler, bu uğurda, onbinlerce kişilik ağır bir bedel ödediler. Ülke, bir kan gölü ve büyük bir hapishane halindeydi.

Irak'taki, Türkiye dahil geniş bir alanı, "istikrarsızlık bölgesi" halinde tutacak nitelikteki "zulüm makinası"nın "içerden" değiştirilmesi, ne yazık ki, imkânsızdı. Bunun için bir "dışarıdan" bir "cerrahi müdahale" gerekliydi.

Saddamn diktatörlüğünün ortadan kaldırılmasında ve Irak için "federal demokrasi" hedefi konmasında herhangi bir yanlışlık yok. Irak için yok. Bölge için yok. Türkiye için yok.

Amerika'nın "savaş planlaması"nı iyi yaptığı ama savaş sonrası hazırlıklarının çok kötü olduğu, çünkü Irak'ı bilmediği ve durumu anlamadığı eleştirisi ise kısmen doğrudur. Kısmen doğru olduğu, zaten, son aylarda ortaya çıkan sıkıntılardan bellidir. ama, Irak'ı iyi bilmediği ve savaş sonrasına iyi hazırlanmadığı iddiası, çok doğru değildir.

Amerikalılar, Irak'ta savaş sonrasında, yıllardır Iraklı rejim muhalifleriyle birlikte ve onlardan aldığı bilgilerle hazırlanıyorlardı. Iraklı rejim muhalifleri, geniş bir yelpazeye yayılmış, "içerden" gelen Iraklılardı. "Yanlışlar", onların-örneğin büyük ölçüde Ahmet Çelebi'nin-savaş sonrasına ilişkin değerlendirme hatalarından kaynaklanmaktadır. Türkiye'de Irak'taki "Amerikan yanlışları"na ilişkin olarak, Irak'ın "ı"sı hakkında bilgi sahibi olmadan yapılan değerlendirmelerin bir geçerliliği yok. Ama, Irak'ta, üstelik "vahim" Amerikan "yanlışları" var.

Irak'tan gelen işkence fotoğrafları, Amerika'nın "Büyük Orta Doğu" zemininde "demokrasi hedefi"ni ve "insan hakları" savunuculuğunu çok büyük ölçüde sakatlamış durumda.

Bu arada, ortada Bush yönetiminin bir "Irak politikası" darmadağın duruma geldi. Bush, bu izlenimi gidermek için bir "konuşmalar serisi"ne başlamış olsa da, ortada bir "Irak politikası"ndan söz edilebilecek bir manzara kalmadı. Bir Amerikalı dış politika gözlemcisi, Bush yönetiminin, "politika"dan ziyade "emprovizasyon" yaptığını, yani her gün kendisini duruma uydurmaya çalıştığını söylerken çok haklı.

Abu Ghraib hapishanesindeki "işkence", Amerikalıların büyük bir bölümü gördüklerine inanamasa, bunun "Amerika'yı temsil etmediği"ne inansa bile, pek "Amerikalı" "Amerikan kültürü"nün bir yansıması.

Amerika'da pornografik sinema endüstrisinin pazar payının Hollywood'un kat be kat üzerinde olduğu biliniyor.

Amerika, ne ölçüde bir "dini eğilimleri güçlü değerler toplumu" ise, o ölçüde "şiddetin kutsandığı", ilkokullarında ateşli silahların kullanıldığı, hiçbir toplumda görülmeyecek sayıda ilkokul çocuklarının birbirlerini öldürebildiği bir toplum. Uyuşturucu kullanımının toplam nüfusa hissedilir yüksek oranda bulunduğu bir tür "hastalıklı" toplum.

Amerikan toplumundan, "büyük idealler" de doğar; sağından solundan "porno ve şiddet kültürü"yle beslenmiş işkenceci sapıklar da.

Amerika, aynı zamanda "porno ve şiddet kültürü"yle beslenen "hastalıklı" bir toplumdur. Korkutucu olan, Amerika, bir "süper devlet" olduğu için, elinde bulundurduğu "finans ve askeri gücü"nün yanında sahip olduğu "sooft power" ile, bu "hastalıklı" yanını da tüm dünyaya yayabilmesi ve birçok ülkeyi de "enfekte" edebilecek olması.

Buna karşı "bağışıklık aşı"sı henüz bulunamadı. Amerikan demokrasisinin, Amerikan porno ve şiddet kültürünü alt etmesinden gayrı "acil tedavi yöntemi" de henüz görünmüyor.

7 Mayıs Tarihli yazısında;

"Hangi "ulvi" duygular gerekçe gösterilirse gösterilsin, "işgal", işgaldir ve Amerika, Irak'ta "işgalci güç" konumundadır. ayrıca, Amerika'nın, insanların vicdanlarını derinden yaralayan Filistin-İsrail ihtilafında, "hakkaniyetli hakem" görüntüsüyle yakından uzaktan ilişkisi bulunmadığı da ortadadır.

Robert Kagan, birkaç gün önce Washington Post'ta haklı olarak şu satırlara yer vermişti:

"Herhangi biri, bir dahaki sefer, demokrasi amacının elde edilmesi çok güç olduğunu belirttiğinde, kafasındaki seçeneği de söylemeli. Irak'ta demokratik olmayan bir yönetim kuracaksak da, bunu nasıl yapmalıyız? Orada, devamlı bir ABD askeri desteği olmadan, Irak'ta istikrarı sağlayacak yeterli güce sahip veya yeterli meşruiyeti olan iyi niyetli bir diktatör mü mevcut? Hatta-öyle bir şeyin arzu edilir veya mümkün olduğunu bir yana bırakalım- yeniden oluşturulacak ve Sünni kontrolündeki bir Irak ordusu, Saddam hüseyin rejiminin, muhtemelen ayaklanacak onbinlerce Şiinin katliamı dahil olmak üzere, uyguladığı tüm vahşi taktikleri uygulamadan düzeni sağlayabilecek mi?

Ülkenin parçalanması bile kolay becerilecek bir iş değil. Evet, kuzeyde bağımsız bir Kürdistan olabilir (Türkiye ile bir savaşı muhtemel kılacak şekilde). Ama, Irak'taki Şiiler ve Sünniler, ne coğrafi ne de kültürel olarak ayrılamaz durumdalar. İç içeler. Dolayısıyla, parçalanma, nüfus transferleri mi demektir? Ve, bu transferleri kim yürütecektir ve nasıl? Tekrar edelim; Irak demokrasisine alternatif olarak parçalanmayı önerenler, plânlarının ne şekilde olduğunu ve bunun nasıl daha istikrarlı bir sonuç getireceğini açıklamak zorundalar.

İşin gerçeği şu ki, eğer amaç istikrarsa, bunun alternatiflerinin gerçekleştirilmesi hiç de kolay ve gerek mali olarak ve gerekse insan hayatları bakımından, bugün mevcut olan, Irak"'ta bir çeşit demokrasi yaratma çabasından daha az maliyetli değil. Bugünkü durumun tek gerçek alternatifi istikrar değil, Irak'a kendisini bekleyen herhangi bir korkunç kadere terk etmektir: kaos, iç savaş, vahşi diktatörlük, terörizm ve büyük ihtimalle bunların tümünün bileşimi, Iraklılar, Orta Doğu ve Amerikan çıkarlarının yüz yüze kalacağı durum budur."

Bu tür "yeni olgular", yeni şartlara "adapte olacak" cinsten "yeni politikalar" gerektirir.

Türkiye, Irak'ın yanı başında. Kapı komşusu. Dolayısıyla, Irak'ta meydana gelecek gelişmelerden birinci derecede etkilenecek ülkelerin başında geliyor.

Bir yıl geride kalarak "tarih olmuş" savaşı lanetlemek ve Amerika'yı eleştirmekten gayrı, Irak'ın geleceğine ilişkin "somut, ele tutulur" bir pozisyon ortaya koyamamanın adına "politika" denmez. Hiçbir ülke, bu arada Türkiye, "ağıtlar" veya "protest söylemleri"yle geleceğini tasarlayamaz. "Irak direnişine destek" söylemi ise, fiiliyata "terör"e, eski rejim yandaşlarına ve El-Kaide türevi eylemlere destekten başka bir anlam taşımıyor.

"Irak halkının esenliğinden", "Irak'ın toprak bütünlüğünden ve istikrardan" yana olmayı mütemadiyen tekrarlamak, "politika" değildir. "Temenni"dir. Temenni ile politika ise eş anlamlı değildir.

 Böyle bir NATO, Türkiye için de yepyeni bir durumu, yepyeni bir rolü ifade ediyor: Türkiye, eski NATO'da (Soğuk Savaş döneminde) bir "kanat ülkesi" iken, yeni NATO'da "merkezi ülke" konumuna geldi. Eski NATO'da Almanya ne idiyse, uluslar arası sistem açısından Almanya ne ölçüde anlamlı ve önemli idiyse, Türkiye, yeni NATO'da öyle.

Bush'un İstanbul konuşmasını bir kez daha okuyun; 1999'da kendisinden bir önceki başkan Bill Clinton'un TBMM'de yaptığı konuşma kadar önemli; daha bile önemli.

Clinton, bir "geçiş dönemi"ndeki Türkiye'nin başkentinde "dünyanın geleceğindeki Türkiye"yi tanımlamıştı. Bush, imparatorluk başkenti İstanbul'da, Batı'yı Batı ötesine bağlayan Boğaz Köprüsü'nün altında "Türkiye'nin ön planda rol oynayacağı dünyanın geleceği"ni tanımladı.

AB'den yıl sonunda tarih alır mıyız dersiniz?

AB değişmeye niyetliyse, evet. Bush'un İstanbul'da söylediğince "onbeş yıl önce Yalta'da çizilen ve Avrupa'yı bölen yapay sınırlar silinmişti; şimdi sıra bir diğer yapay sınırı silmeye geldi: Türkiye'yi Avrupa'nın geleceğine dahil etmek."

Roger Cohen, Amerikan kayıtsızlığına ilişkin "Amerika, paradigma değiştirdi. Avrupa konusu eskimiş bir haber" tespitini yaptıktan sonra, AB'nin Washington'daki büyükelçisi Gunter Burghardt'ın şu şikayetine yer veriyor: "Durum, 50 yıldır hiç bu kadar kötü olmadı. Amerika'nın hegemonik bir güç olduğu, hayatın bir gerçeğidir. Sorun, bu gücün nasıl kullanılacağıdır. Amerika'nın, sadece belirli üye ülkelerle değil, AB'nin kendisiyle güvenli bir ilişkiye açık olup olmadığını bilmek zorundayız."

Mehmet Barlas, dün iki tarafın yapısal farklarına ve karar mekanizmalarının işleyiş farklarına işaret ettikten sonra, şu hükme vermişti:

"Amerika, Türkiye'nin AB üyeliğine, ağaçlara değil, ormana bakarak destek veriyor. Avrupa ise, Türkiye'nin AB üyeliğinin tartışmasını ağaçlara bırakmış... Bizim 'Kopenhang Kriterleri'ne tam uyumumuz veya Hristiyan Avrupa ile Müslüman Türkiye'nin kültürel farkları, birer ayrıntı aslında.

Amerika, bunu görüyor. Türkiye'nin AB'den dışlanmasının, yarının dünyasında ne tür çalkantılar yaratacağını Amerika görüyor. Avrupa'da ise bu gerçeği 'Bazı Devlet Adamları' görüyor. 'Tüm Avrupa' bunun tam bilincinde değil. AB, maalesef emperyal bir vizyondan yoksun henüz. Çok direksiyonlu bir araç gibi AB."

Fakat, Türkiye'yi Avrupa'ya dahil etmek, Avrupa Birliği'nin doğasına ilişkin olarak varolan Amerikan yanlış anlamasının devamını da beraberinde getiriyor. Türkiye kadar büyük ve yoksul bir ülkeye üyelik önermenin maliyeti ve muazzam karmaşıklığı, burada (Washington'da) yeterince değerlendirilmiyor..."

Yine aynı mesele: Amerikan küresel (emperyal) vizyonu ile Avrupa ekonomik-kültürel dar görüşlülüğü arasındaki çelişki.

Ak Parti hükümetini, giderek, Amerikan stratejik ekseni içine oturtacak.

İki günden beri Cengiz Çandar'ın ABD-AB politikalarını savunmadaki maharetini kendi ifadeleriyle tek kelime katmadan aktardım.

Başından sonuna çelişkilerle ve vizyonsuzlukla dolu olan bu analizlerin hangisine inanacaksınız?

Hele hele şu ifadesi içinde bulunduğu derin spekülasyonu açıkça ortaya koymaktadır.

Soru şu: Türkiye'nin çıkarı nerede?

'Sünni Üçgeni'nin kazanması ve o yüzden Irak'ın parçalanmasında mı; yoksa Amerikalıların, Irak Yönetim Konseyi'nin yetkilerini güçlendirmesinde ve Kürtlerin yanısıra Irak Yönetim Konseyi'nin 'kendi siyasi meşruiyeti'ni ve 'Irak'ı bir an önce kazanmasında mı?

Hangisinde?

Cengiz Çandar gibi kimi yazarların yönlendirmesiyle yolunu tayin eden bir iktidar asla iflah olmaz. Çünkü ABD'li analizciler bile ABD'nin emperyal bir güç olduğunu savunurken ABD ile birlikte hareket etmenin faziletlerini saymanın neresi akıldır.?

Kaldıki ABD'nin şiddet ve porno toplumu olduğunu, hastalıklı bir cemiyet olduğunu söyleyeceksiniz tekrar dönüp onlarla beraber olmanın faziletlerini savunacaksınız. Buna bizim memlekette tımarhane aklı denmektedir.

ABD'nin Irak'ta büyük yanlışlıklar yaptığını söyleyeceksiniz tekrar dönüp yaptıklarını savunacaksınız buna demogojik aldatma denir. Ortalama bir Amerikalının bile savunmakta müşkülata uğrayacağı stratejik ve politik Amerikan hatalarını Ahmet Çelebi'nin üzerine atacaksın. Bir müddet sonrada bu şahsın ABD tarafından afaroz edildiğini göreceksin insanın aklına çeşit çeşit şüpheler geliyor(!)(?)

İşgalin kötülüklerini savunacaksın sonra dönüp Türkiye'nin çıkarı ABD ile birlikte hareket etmektir diyeceksin. Robert Kagan bile "kaos, iç savaş, vahşi diktatörlük, terörizm ve büyük ihtimalle bunların tümünün birleşiminin Irak'ın kaderi olacağına hükmederken siz ABD'ye adapte olacak yeni politikalardan söz edeceksiniz. Türkiye'nin bir Irak politikası var mı, diyeceksiniz. Irak'ta güvenliğin çok bozulduğunu emniyetin kalmadığını söyleyeceksiniz. Türkiye'nin G-8'lerle birlikte hareket etmesi gerektiğini savunacaksınız. ABD'ye de akıl vereceksiniz çok taraflı davran yiğit düştüğü yerden kalkar diyeceksiniz.

Türkiye'nin BOP'da merkez ülke olması gerektiğini savunacak D-8'in hayal olduğunu söyleyecek Bush'un boğaz köprüsünün altında "Türkiye'nin ön plânda olduğu rolden söz edeceksiniz.

Birbirleriyle yüzseksen dereceden, üçyüz altmış dereceye kadar her yönde çelişen vizyonsuz, mantıksız, hedefsiz oportinist tekliflerle Cengiz Çandar maalesef bilge adam görüntüsü vererek AKP'yi de yanlıştan yanlışa sürüklemektedir.

Biz diyoruz ki; Irak'ta güvenliğin kaosa dönüşmesine müsaade edemeyiz. Bu durum Türkiye'nin güvenliğini ağır şekilde tehdit eder. Türkiye'de terör hareketlerini kuvvetlendirir, ekonomik ve sosyal istikrara ağır zararlar verir. Türkiye bu duruma daha fazla müsaade edemez. Keza ,ABD kim ne derse desin, Irak'ta yenilmiştir. Defolup gidecektir. ABD'nin yeni vizyonu mizyonu da kalmayacaktır. Üfürükten yahudi analizleriyle iş yapan Amerikan stratejisine efsanevi akıllar ve anlamlar takmanında hiç bir mantığı yoktur. Bizce bu bölgede Türkiye'nin onayı alınmadan yapılacak her operasyon geri tepecektir, başarısız olmaya mahkumdur. Tezkere öncesi pazarlıkları ve Türkiye'yi aptal taşeron olarak kullanma niyetlerini gördük. Şimdiye kadar yapılanları yok sayarak Türkiye'nin kırmızı çizgilerini deforme edilmesini stratejik vizyon olarak algılayarak Türkiye'nin Irak'taki hayati menfaatlerini red ederek ABD-İsrail ekseni ile uyumlu bakış açılarını savunmak temelden sakattır.

Alıntılarını yaptığım yazılardan anlaşılacağı üzere Cengiz Çandar gibi Türkiye'nin politikalarını ABD, batı çıkarlarına endekslemeye çalışan bütün analizler hem kendi içinde ağır çelişkiler taşımakta hemde kamuoyunu dezonforme etmektedir. (aldatmaktadır)

Bu adamların stratejik hiç bir vizyonu mizyonu da yoktur. Yaptıkları Amerikan-Yahudi menfaatlerini savunmaktır.