Yaşanılası, acınası derken bilerek veya bilmeyerek bölüyoruz yaşamları. Neye göre? Hangi yaşanmışlığa göre reddediyoruz yaşamı? Hangi nedenlerle korkuyoruz yaşamaktan? Diriliş dediğimiz ana kadar korkularımız ölümden daha büyük çoğu zaman yaşama karşı. Ne yapılmalı bu noktada.
Kendimizle küçük oyunlar oynamalıyız bazı gerçeklerin farkına varabilmek için. Zıtlıkların yapım ve yıkım gücüne inanmak gerek. Gerçeği hayalde, hayali gerçekte aramak gerek ütopik kavramlara boğulmadan.
Doktorun söylediği amansız hastalık, sevdiğinize dair aldığınız bir ölüm haberi, hayatınızı zedeleyen yanlış bir karar, özetle olmaması gereken herhangi bir olay başınıza geldi. O durum içine bürünün, gerekirse şizofrenik bir tutumla. İlk düşündüğünüz şey ne oldu? Büyük ihtimalle bu benim başıma gelmemeliydi, yaşayacak daha çok şeyim vardı gibi cümleler...
Ama o habere kadar zaten çoğumuz yaşayan ölüler gibi işgal etmiyor muyduk hayatı? Amaçsız, sevgisiz, vicdansız yaşarken kendimizden ziyade hep ötekini suçlar ve yargılarken yaşıyor muyduk?
Veya mutluluğu arama adına acıtasyonu giyinirken zedelediğimiz ilişkiler.
Hayat herkes için yeterince acımasız, yeterince hızlı geçiyorsa, zıtlığı sizin elinizde. Tıpkı cenneti cehennem yapabilme gücü de bizde olduğu gibi.
Biraz daha sakin ve olumlu bakılırsa, hayat olduğundan daha mı güzel olur? Bilemem; Bu sizin kişisel yeteneğinize bağlı. Ama bilebileceğim bir şey var ki, hayat olduğundan daha anlamlı ve yaşanılası gücü tetikleyici bir çok şeyle dolu olur.
O halde diyorum ki; hayat sizden bir şeyleri almaya başlamadığı bir andaysanız (yani yaşlılıktan yatağa bağımlı ölümü beklemiyorsanız) yapacak çok şey, duyacak çok umudunuz ve karşılaşacağınız çok hayal kırıklığı olacak. Ama hep devam edilecek hayat. Bu yolda ne kadar çok hayal kırıklığı biriktirmişseniz o kadar çokta başarılı olmuşsunuzdur. Çünkü kendinizi korumak ve güvende hissetmek adına sinip pasfleşmemişsinizdir.
Hayat başarılı işler için çok uzun, kötü günler içinse çok kısa. Bu dengeyi seviyorum..