Pazar yazıları Bilir misin yalnızlık ne demek? Bilir misin gökyüzündeki yıldızlardan medet ummayı? Uzattın mı elini bir yıldız boyunca, belki, tutarım diye farkında olmadan? Uykusuz kalmayı bilir misin sabaha kadar? Hiç küstün mü hayata? Aslında kendinsindir küstüğün küçüğüm? Kapatıp gözünü hayaller kurduğun oldu mu geleceğe dair? Bazen küçük bir masumiyet belirir tebessümünde, bazen gözünde hırçın bakışlar. Kızdın mı kaderine günlerce? Kendini tanıyamadığın oldu mu hiç? Bazen cesaret edemeyen konuşmaya ve bazen de hiç susmayan sen. Sevdin mi birini? Her yağmur yağışında saatlerce bekledin mi sevdiğini pencerenin önünde? Bir yudum sevgi dilendiğin oldu mu sert bakışlardan? Yaslanacak bir omuz aramadın mı? Birden güldüğün oldu mu sebepsiz? Her şiirde kendinden bir şeyler bulmadın mı hiç? Rüyalarda yaşadığın oldu mu hayatını, istemediğin oldu mu uyanmayı? Baktığın ama göremediğin oldu mu etrafı? Ufak bir sorunu büyütüp ölmeyi de mi istemedin hiç? Sebebini bilmediğin bir ağırlık çökmedi mi üstüne? Büyüdüğünü fark edip zamana düşman oldun mu? Hecelerin az geldiği, kelimelerin yetmediği oldu mu duygularını anlatmaya? Ağladığın oldu mu sebepsizce sabaha kadar? Belki, sen, ağlamayı bilmiyorsundur , sevmeyi bilmediğin gibi. İki damla yaş değildir ağlamak... Önce hüzünlenmek, sonra düşünmek, hayal etmek.. Anıları yaşamak, büyük bir özlem içinde o küçük oyuncak bebeğe sarılmak. İşte budur ağlamak ve yeniden yaşamak. Hayat dediğin nedir ki? Hangi yolu seçsem, diğerinde kalır aklım. Bilirim her tercihim bir Ve bir vazgeçişin öyküsüdür, yıllar sonra hatırlanıp öykündüğümüz... Acı bir fren sesiyle kendime gelip, dünüme dönüyorum yüzümü. Dünümü düşünmeye başladığımdan beri, geleceğimden kaygılıyım. Oysa önceleri vazgeçiş ve kaybedişlerimi değil, hayallerimi ve kazançlarımı kurgulardım. Beynimin odalarında geziniyor şimdi, ne olduğunu kim olduğunu bilmediğim bir hayalet. Ve ben avcı değilim. Yakalamam söz konusu bile değil. Cüretimi bağışla, ardından gelişim, seslenmek için. Ötesi değil, beklentilerim... Çarpılışlarımda bulduğum anlar, yaşantımın kilit noktaları oldu. Ezildim, üzüldüm. Bunlar gerçekti ve yoktu aslında ne kuyruğumda ne de ardımdan gelen bir mutluluk. Yok oluşum bundan ötürü. Varlığım varlığındandı, varlığım ki var olduğu sürece varlığına armağan olsun... * * * * * Geçmişimden bugünüme, yaşantımın her dem tadında iken aklım, olmayan bir şeylerin mücadelesiyle yorulmuşum. Şimdi anlıyorum ki, benim üç gün öncesine kadar bir hayatım yokmuş. Yani hayatımın varlığı ve yokluğu ile hiç ilgilenmemişim. Daha da kötü var olan yaşantımı hayatım sanmışım. Ta ki, birileri çıkıp da bana bu ikisi arasındaki farkı bilip bilmediğimi sorana dek. Yaşantımı hayatım sanarak geçti yıllarım. Ve yaşantımdan bana kalan üç beş çizgi, elimde ve yüzümde. Birkaç kilo yağ bedenimde, birkaç beyaz renk saçlarımda. Hayatımdan geri kalanlar, yanıp kül olmuş olabilirler mi, bir evin, bir kibrit çöpüyle çıkan yangınında. Yitirdiklerim ve kazandıklarım. Kaybettiklerim, kaybedeceklerimin delili aslında. Ve hiç düşünmeden yaptığımız tercihlerin ardında kalan vazgeçtiklerimiz. * * * * * * Gözümüzü kapayıp, siyan bir bantla, yola çıktığımız yollar. Mum ışıkları gibi cılız, gölgelerimiz titrerken duvarlarında kaldırımların, boş ver... Zaten yoktuk, yok olacağız. Varlığımızda yokluğumuzun, yokluğumuzda varlığımızın bir önemi yok. Varlığımız varlığına armağan olsun. Ölüm varken bana söz düşmez. Sözden büyük ölüm var. Ölümden büyük yaşam ve yaşamın içerisinde bir hayat var, farkında mıyız? Sözü aldık oraya, oradan aldık buraya vurduk. Kanıyor olmalı kaşı-gözü. Ama ben kanatmadım yaralarını cümlelerin. Onlar kurulurken, yakılmışlardı. Devrik oluşlarıydı suçları. Ben suçlamadım. Dalgalanamıyorum. Denizim oysa. Yakılamıyorum. Ağıtım oysa. Sevemiyorum. Sevdayım oysa. Türküyüm oysa. Söylenemiyorum. Sadece susuyorum.