Adamlar ısrarla bizi taraf olarak kabullenmekten kaçıyorlar. Gül´ün ricasına rağmen Talat ile görüşmüyorlar. "Müsteşar Bey gelsin!" diyorlar. Ve bir halkın kaderi böylelikle bir müsteşara bırakılıyor. Oysa şimdiye kadarki görüşmelerde bir ´masa´ vardı ve bu ´masa´ etrafında da Türk halkı en yüksek seviyede temsil ediliyordu. Belli ki adamlar artık bizi takmıyorlar. Tabii ki bu duruma biz de elimizden geldiğince çanak tutmadık değil hani. AİHM, daha Loizidu konusunda kararını verirken adada uçan kuştan Türkiye’nin sorumlu olduğuna hükmetmişti. Daha sonra kurulan Tazmin Komisyonuna da Türkiye’nin bir yargı mercii olarak bakılmıştı. Son olarak Sn Metin Hakkı, AİHM yargıçlığına Türkiye adına atanmıştır. Ve en önemlisi AB’ce ve ABD’ce Kıbrıs’ta bir çözüm için girişilen tüm gayretler Türkiye yada Türkiye’nin AB yolculuğu için yapılıyor. Anlayacağınız adada bir KKTC’nin varlığı yok sayılıyor. AB, KKTC diye bir varlık tanımıyor. Bu durumlara yanlış politikalar yüzünden düştük. Hep "bir adım önde olma" gayreti içerisinde olduk. Loizidu davasında tazminatı gık demeden, kuzu kuzu ödedik. Tazmin Komisyonu için yasa yapmak gerekti, yaptık. Yine AB´e şirin görünmek üzere geceden sabaha hükümet değişikliği yaptık. Hem de demokrasi kurallarını hiçe sayarak. Adada tek erkin Türkiye´de olduğunu, kendi marifetlerimizle, ispatladık. Annan planına gidilirken bile bir masanın etrafında biz de vardık ve bir taraf olarak oradaydık. Oysa şu Finlandiya´nın önlerinde biz yokuz; Papadopulos var, Yunanistan var. Esasen başımıza ne geldiyse şu Finlandiya yüzünden geldi! Hatırlaranız 1999 yılında Helsinki´de yapılan zirvede de Türkiye´ye bir oyun çekilmişti. Ecevit´i ikna için zirve devam ederken özel bir uçak kaldırılmış Ankara´ya gelinmiş ve Ankara´da Kıbrıs konusunda geriye gidişin U- dönemeci olan kararlar kabul ettirilmişti. O zirve kararları sayesindedir ki Rum´a AB kapıları açılmış ve bizim yıllarca üzerine basa basa ön plana sürdüğümüz "üç garantör devletin üye olmadığı hiçbir organizasyona Kıbrıs Cumhuriyeti üye olamaz" ilkesi de, böylelikle sıfırla çarpılmıştı. *** Hal böyle iken gelişigüzel demeçler de birbirini izliyor. Gül, "sorunlara bakış açımızı anlatmak için Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi ile AB içinde bir blok oluşturma ihtimalimiz var!" diyebiliyor. Görüyorsunuz ki Kıbrıs Türkü´nün söylemlerde bile adı geçirilmiyor. Olli Rehn Fin önerilerini kastederek, "ortada bundan başka oyun yok; oynanacaksa bu oyun oynanacak!" diyor. Ve Finlandiya girişimi tek seçenek olarak önümüze sürülüyor. "İzolasyonlar kalksın, AB ile direk ticaret" yolu önerilerimiz bumerang misali geriye dönüp bizi çarpıyor. "Direk ticaret mi istiyorsunuz? O halde Rum´a biat edeceksiniz ve de Maraş’ı da vereceksiniz!" deniyor. AB´den başka bir ağız, "bizim verdiğimiz sözler siyasi idi; oysa Türkiye´den istenenler hukukidir!" diyebiliyor. Sözcü Tan da, "Kıbrıs sonunu Türkiye AB ilişkilerini zehirlememelidir" diyebiliyor! AB kararlı; hiç bir önerisinde üyesi olan "Kıbrıs Cumhuriyeti’ne" seviye kaybettirecek bir davranış içerisine girmiyor. KKTC´i ise yerden yere vuruyor. Teslimiyet şimdilik "müsteşar" kademesinde! Allah beterinden saklasın! *** Velhasılı tüm politikalarımız iflas ettiği bir noktaya doğru hızla ilerliyoruz. AB Türkiye´ye karşı "ya kırk satır ya kırk katır!" politikası uyguluyor. Müzakerelerin devamı Kıbrıs´ta ciddi tavizlere bağlanıyor. Çok kalmadı. Kasım ayı başında herkes her şeyi daha iyi görecek. İlerleme raporu adı altında Türkiye´den istenenler bir kez daha gözler önüne serilecek. Ve sonuçta da en büyük kayıp, Kıbrıs Türk halkının olacak. Hiç şüpheniz olmasın...