Türk hukukçuların Türkiye'nin milli birliği ve bekası yönünde dayatmalara pabuç bırakmayacaklarını, uyanık olduklarını dünkü yazımızda Baro dergisinden alıntılar yaparak izah etmiştik. Bu durum gelecek açısından iki tesir meydana getirecektir. Birincisi Türkiye'yi yanlış bir mecraya ve yıkıma sürükleyecek kararların alınmasına müsaade edilmeyecek. İkincisi böyle bir yanlışlığın yapılması halinde siyasi sorumluların hukuki takibattan kurtulamayacaklardır.  

Milliyet Gazetesi'nde Çetin ALTAN adlı bir zat Guy de Maupassant den bir alıntı yaparak, "Vatanseverlik bir çeşit din; içinden savaş çıkan bir yumurtadır." diyor.  

Milletimize, milli değerlerimize, tarihimize, dinimize ve Atatürk'e en galiz küfürlerle saldıran bu şahıs hakkında Türk hukukçularının ve baronun niçin sessiz kaldığına bir türlü anlam veremiyorum. Bu zatı mahkemelerde süründürmenin suç duyurusunda bulunmanın bir yolu yok mudur? Milliyet Gazetesi'nden Meral TAMER "AB sürecini hükümetin keyfine bırakamayız" diyerek başladığı makalesinde şunları söylüyor; "- AKP hükümeti, kurulduğundan bu yana hiç kimsenin ayağına basmadığı sürece iyi gitti. Ama birilerinin ayağına basma mecburiyeti hasıl olduğunda tıkandı. Dolayısıyla sorun hükümetin motivasyonu kaybetmesi olmayabilir. Hükümet, sadece AB konusunda değil, her konuda çekimser kalıyor ve kimsenin ayağına basmaya cesaret edemiyor.  

- Türkiye hem siyasi, hem de ekonomik olarak çok hassas dengeler üzerinde giden bir ülke. Bu yüzden de her zaman bir yanlış adımla işlerin ters yüz olması, AB treninin yeniden kaçması mümkün.  

- Esas tuzaklar ekonomik değil, Kıbrıs ve insan hakları gibi siyasi konulardır. Siyasi pürüz noktalarında ise sadece AB'de değil -hatta AB'ye fırsat kalmadan kendi iç kamuoyumuzda maraza çıkartmak için bekleyen ve bu uğurda güç birliği yapabilecek bir koalisyonun mevcudiyetini unutmamalıyız."  

İş sadece Meral Tamer'in sözleriyle kalsa iyi TÜSİAD bastırıyor; "Müzakkereciyi belirleyin gecikiyoruz, şurada 3 Ekim'e ne kaldı ki" diyor.  

Bizce mesele 3 Ekim 23 Ekim meselesi değil. Konu doku uyuşmazlığı ve stratejik hedef meselesidir. Gelecek yazılarımızda Türkiye'nin AB'ye alınmayacağının stratejik, ekonomik ve ideolojik nedenlerine gireceğiz. Gene de iyimser olalım ve bizi birliğe alacaklarını düşünelim. Ancak basit bir mantıkla Türkiye'nin 2015'e kadar birliği alınmayacağı kesin kes belli iken kraldan fazla kralcı kesilip 3 Ekim'e kadar müzakkereci tayin edip, işe bir an önce başlayalım demenin bir anlamı var mı?  

Kaldı ki 3 Ekim'e kadar Kıbrıs'ı Rumlara hediye edin diyorlar. Bunu kabul etmenin AKP'ye maliyeti ne olacaktır? AKP liderleri böyle bir karara imza atmakla tarih önünde ve ahirette nasıl bir hesapla karşı karşıya kalacaklardır? "At ölür meydan kalır, yiğit ölür şan kalır" misali Kıbrıs'ın Rumlara hediyesi AKP liderlerine hangi onurlu şanı bırakacaktır(?) Yoksa onlarda Çetin ALTAN'ın Guy de Maupassant'den zikrettiği bir vatanseverlik anlayışına mı sahipler? Bunu yakında göreceğiz.  

Türkiye'nin en iyimser tahminlerle her türlü tavizi vermesine rağmen birliğe gireceği tarih 2015'dir. Çünkü 2015 sonrası AB bütçesi 2008'den sonra karara bağlanacaktır. Dolayısıyla bu tarihe kadar AB bütçesinden Türkiye'ye yardım mahiyetinde herhangi bir ödenek konmamıştır. Bu nedenle acele etmesinde hiç bir fayda yoktur. ABD'nin tazyıkinden kaçılarak sığınılacak yerin AB olmadığı geçtiğimiz 2-3 yıllık süreçte anlaşılmıştır. AB; Kürt sorunu, Kuzey Irak ve Kerkük meselesinde Türkiye'ye karşı ABD'den daha engelleyici ve daha tehlikeli negatif misyon çizmiştir. Türkiye'ye dayatılan çok borçlusunuz eliniz kolunuz bağlı argümanı Türk karar alıcıları tarafından yanlış ve tek yanlı değerlendirildiği için kamuoyu ve halk üzerinde kurbanlık koyun psikoloji yaratarak pasivizm oluşturmuştur. Bizce bu argüman Türkiye'ye borç vermiş kişi, kurum ve uluslararası kurumlar içinde benzer bir tehlikeyi taşımaktadır. Bir alacaklı borçlusunun borcunu zamanında ve faiziyle birlikte geciktirmeden öderse mutlu olur ve parasını isabetle daha fazla kâr getirecek şekilde kullanabilir. Borçlunun ödemedeki isteksizliği veya imkânsızlığı alacaklıyı daha fazla tehdit eder, bu nedenle borç sorununu aşırı abartıyla düşünerek Türk Dış politikasını esir psikolojisi içinde çaresizliğe mahkum zannetmek büyük hatadır. AB lobisini vatana ihanet seviyesindeki girdaba itme oyununa düşülmemelidir. Kimi bulurlarsa gitsinler ve müzakkere yapsınlar. 3 Ekim tarihini kıyametin son günü gibi gösterme çabaları yanlış olup, Türk hükümeti kasten müzakkereleri geciktirmeli onların 1999 yılında Türkiye'ye yaptıkları teklif benzeri bir teklif getirmeleri beklenmelidir. Hele hele Kıbrıs'ta ANNAN PLÂNI'nı tekrar canlandırma politikaları külliyen yanlış olup, AKP liderliği böyle bir plânı canlandırarak, müzakkerelere başlama gibi bir yanlışlığa düşerse Türk tarihine hangi aşağılayıcı sıfatla geçeceklerini telâfuz etmek bile istemem.