Olaylı Galatasaray - Fenerbahçe derbisinin ardından konuşmayan, yazmayan Türk vatandaşı kalmadı. Hakem kırmızı kartı doğru gösterdi, göstermedi... Galatasaray kupayı hak etti, hak etmedi... Tribün koltukları havada nasıl uçtu... Metrobüsler neden tahrip edildi... Ee “Ben de eksik kalmayayım” dedim. 

Futboldan hiç anlamam. Benim için maçların yalnızca başlama ve bitiş saatleri önemlidir. Rekabetli bir maçın olduğu gün maç saatlerinde İstanbul caddelerinin trafikten arınmasını fırsat bilip en kenarda köşede kalmış işlerimi halletmeye çalışırım. İstanbul’un günlük şartlarında gidemediğim yerlere giderim. Maç saatlerini de bana genellikle annem ya da arkadaşlarım hatırlatırlar. Çünkü maç saatlerini bilmediğimden olmadık zamanlarda Bağdat Caddesi trafiğine girip, arabanın içinde saatlerce beklemekten patlama noktasına geldiğim olmuştur.

Benim gibilerin sayısının az olmadığını sanıyorum. Her ne kadar futbolla ilgilenmesem de, futbolun tüm dünyada toplumun değişik katmanlarından, bir araya gelmesi asla düşünülmeyecek kitleleri bir araya getirdiği gerçeğini biliyorum ve anlıyorum. Bu “bir araya” gelişin birkaç saatliğine de olsa din, dil, cinsiyet, gelir seviyesi gibi her türlü farkı ortadan kaldırdığı tartışılmaz. Ancak bu “bir araya” gelişin ortaya çıkardığı şiddet de görmezden gelinemez boyutta. Ölümler, yaralanmalar, yaralamalar, küfürler, sövmeler, hakaretler, maddi zararlar... Ölümler yalnızca kavgaların sonucunda taraflardan birinin ya da birkaçının birbirlerini katletmesiyle kalmıyor... Hatırlayacağınız gibi kazanma sevinciyle havaya ateş açanların kurşunlarının kazayla isabet ettği masum insanlar, çoluk çocuk da kayıtlara girdi ve böyle devam ederse girmeye de devam edecek.

Futbol takımlarının çok büyük sponsorları var. Bu sponsorlar her yıl milyonların seyrettiği ve kendi hedef kitleleri olarak kabul ettikleri taraftarların takımlarına, formalarında, statlarında kendi logolarını taşımaları karşılığında milyon avrolar ödüyor. Bu desteklerle takımlar kendi stadyumlarını yaptırıyor, oyuncu transferleri yapıyor, kamplara gidiyor, kısacası kupaları kazanmak için harcıyor. Sponsorlar da sektörün hem sürmesini, hem de büyümesini sağlıyor.

Sonunda şiddetin böylesine orta yere oturduğu, kimi ülkelerde mafyanın oyuncağı haline gelmiş bir sektör dünyanın prestijli markaları tarafından olağanüstü bütçelerle destekleniyor. Yeter ki hedef kitleleri tüketiciler mutlu olsun, onlara ulaşılsın, dokunulsun!
Oysa diğer yanda bakıyorsunuz, toplumun dönüşümüne, gelişimine büyük katkısı olabilecek kültür ve sanat projeleri küçücük bütçeler için kapı kapı dolaşıp sonunda destek alınamadığı için çöpe gidiyor. Ha.. bu büyük sponsorlar eğitim, kültür ve sanat alanına hiç mi destek vermiyorlar? Vermesine veriyorlar ama eğer vereceklerse, destek verdikleri projeler genellikle kendi projelerini bir başka büyük kurumla paylaştıkları, havalı “sosyal” sorumluluk projeleri oluyor. Hatta sponsorlar, bu projeler için kendilerine yurtdışından sponsorlar bile buluyorlar.

Toplumsal gelişim ve ilerleme, genellikle sıradışı kişilerin yerel, küçük ve cesaretli çalışmalarıyla gerçekleşecek. Önümüzdeki yüzyıllarda dünyaya en fazla yön veren çalışmalar kültür adamlarının gerçekleştirdiği, yerinde küçük ama sosyal medyada büyüyen ve dünyaya dalgalanan çalışmalar olacak. Çünkü şimdi ortada dolaşan politikaların, politikacıların, değer sisteminin dünyayı bir yere götüremediği besbelli.  Kalabalık dünya yeni pırıltılar peşinde. İletişimin zirveye erdiği, alternatif düşüncelerin ve eğilimlerin eski yüzyıllara göre katlarca fazla süratle büyük kitlelere yayıldığı bu çağda en dahiyâne işler bu mecralardan çıkacak. Sponsor olma potansiyeli taşıyan kurumların büyük bir dikkatle bu alanları takip etmesi gerekiyor.

Tribünlere oynamak iyi hoş da, tribünlere oynamanın aynı zamanda şiddete oynamak olduğunu geçen hafta hep beraber gördük. Tahrip edilen dükkanlar, metrobüsler, stadyum koltukları, hepsi bizim paralarımızla yeniden yapılacak. Bir kısmı da sponsorların bizden, yani yine tribünden kazandığı parayla onarılacak. Buyrun sponsorluğa, buyrun “sosyal” sorumluluğa...