Bir “aynen öyle” almış gidiyor... Her lafın başı sonu “aynen öyle.” Radyoyu açıyorum “aynen öyle.” Televizyonu açıyorum “aynen öyle.” İlkokul öğrencilerinden, haber spikerlerine, öğretmenlerden, yaşam koçlarına, hepsi “aynen öyle.”
Tüm dünya dilleri internet ortamı üzerinden yapılan haberleşmenin getirdiği havadan etkilendi. Chat yaparken kullanılan kısaltmalı ifade günlük konuşma diline de sirayet etti. Ben de sıkı bir internet kullanıcısı olduğum için bunu anlamam zor değil. Ancak ülkemizde zaten son derece kısıtlı kelimeyle idare ettiğimiz günlük iletişimin ortasında her derde deva “aynen öyle” çılgınlığının oturması beni çıldırtmak üzere. Bunu anlamam mümkün değil işte!
Bir dil nasıl evrilir ve zenginleşir? Her şeyden önce o dilde icatların yapılması gerekir, her anlamda icatlar. Müsbet ilim alanında yapılacak her türlü icat yapıldığı ülkenin dilinde adlandırılır. Yalnız müsbet ilim değil, sosyoloji, felsefe alanlarında yapılan çalışmalar da dili zenginleştirir. Daha da önemlisi, edebiyatçıların, gazetecilerin ve sanatçıların kullandığı dilin niteliği... Toplum geneline en hızlı şekilde yayılan onların sözcükleri... Onlar hem dilin eriyip gitmesini önlüyorlar, hem de icat ettikleri yeni kelimelerle dilin evrimine katkıda bulunuyorlar.
Bu hafta size “aynen öyle” çılgınlığı içinden sıyrılıp umudu yitirmemem için beni yüreklendiren üç şahane çalışmadan söz edeceğim: Sema Kaygusuz’un “Karaduygun” anlatısı, Hikmet Temel Akarsu’nun “Konstantinopolis Kapılarında” romanı ve Mahir Öztaş’ın “kitap-lık” dergisindeki söyleşisi. Bu üç kurgu ustası, üç sözcük sihirbazı beni yine okuma zevkinin zirvesine tırmandırdılar.
Sema Kaygusuz, kitabında karaduygun şair Birhan Keskin’inle ilgili anlatılarını, diğer anlatıların birleştiricisi olarak kullanıp muhteşem bir kurguyla, kurgunun içinde katman katman, oya gibi kurgularla çıkıyor karşımıza.  “Kelimelerle uluyan” Birhan’ı, kelimelerle oynayan Sema bir roman kahramanı olarak çıkarıyor karşımıza. “Dünyanın uğultusunu içinden duyan” iki karaduygunun sözcükleri ruhumuza çarpıp yankılanıyor. Yeni icat kelimelerle...
Hikmet Temel Akarsu’nun “Konstantinopolis Kapılarında” romanı mükemmel kurgusuyla heyecanlı, insanı alıp götüren bir şövalye romanı. Akarsu’nun metne zaptettiği sözcükler belleğimizin dehlizlerinden gün ışığına çıkıp okuma serüvenimizi tatlandırıyor. Özgür Türkmen boylarının maceraları, üzerinde yaşadığımız coğrafyayı algılamamızda hem düşey, hem de dikey anlamda farklılığa yol açıyor.
Geçen hafta okuduklarım arasında Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılığın kitap-lık dergisinin Mahir Öztaş ile ilgili hazırladığı dosya da vardı. İnan Çetin ve Ömer Ayhan’ın yaptığı söyleşide entellektüel arenada tartışılabilecek onlarca başlık atmış Mahir Öztaş. “Dilde yenilik her zaman yerel bir şeydir” diyen Öztaş, kendi yazın macerasını eleştirel bir yaklaşımla, yeni tartışmalara mecra açarak tartışıyor. Romanlarında tek bir cümlede okuru pek çok farklı coğrafyaya sürüklemeyi beceren usta, bu söyleşide de önümüze bin türlü zihin haritası döküyor.
Evet, dil nasıl evrilir? Gümbür gümbür kafamıza çarpanlara değil de, biraz da eşsiz bir zarafetle fısıldanan melodilere kulak verelim. Aynen öyle...