Geçen hafta Irak’ta 14 genç, homoseksüel ve emo oldukları gerekçesiyle taşlanarak öldürüldüler. Vahşice öldürülenlerin sayısı kesin olarak bilinemese de, sivil toplum örgütleri tarafından Şubat ayının başından bu yana 100’den fazla gencin katledildiği bildiriliyor.
“Emo”lar batı tarzını tercih eden, Amerikan jeanleri ya da dar pantalonlar giyen, saçlarını genellikle dikleştirerek tarayan, emo müzik dinleyen gençler. Bu gençlerin bir kısmı gey, bir kısmı değil. Kim, neden öldürüyor bu gençleri?
Bu gençleri öldürenlerin şii radikaller olduğu sanılıyor. Kendilerini çevreye toplum polisi ya da ahlâk polisi olarak tanıtıyorlar. Gerçekte kim oldukları ve kimin tarafından görevlendirildikleri bilinmiyor. Homoseksüelleri ve emoları satanist olarak niteleyip, halkı onlara karşı kışkırtıyorlar, taşlanarak linç edilmelerine elebaşılık ediyorlar. Gençlere mektuplar yollayıp tehdit ediyorlar, okullarının önünde bekleyip gözdağı veriyorlar. Dinden kuvvet alıyorlar, her ne kadar din onlara bu konuda doğru dürüst bir şey söylemiyor olsa da.
Bu konuyla ilgili araştırma yaparken, uzun zaman önce Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen  ve benim de katıldığım “Doğu Akdeniz Ülkeleri’nde Homofobik Davranışlar” konulu bir toplantıyı anımsadım. Bir İsveç Vakfı’nın sponsorluğunda gerçekleşen toplantıya katılan kuzey ülkeleri akademisyenlerinin isabetsiz ve ağırlıksız makalelerini, bilimsel olarak tamamen yanlış örneklemelerini ve analizlerini dinlerken, sorunun derinliğini ve vahametini anlamanın ne kadar uzağında olduklarını düşünmüştüm. Bu toplantının yapıldığı yıl Ahmet Yıldız eşcinsel olduğu için ailesi tarafından henüz öldürülmemişti. Ancak üçüncü sayfa haberlerinden cinayetlere kurban giden sayısız eşcinsel ve transseksüelin adlarını öğreniyorduk: Öykü, Gizem, Buse… Toplantıya katılan akademisyenler Bülent Ersoy’un sahneye çıkmasının ve sanatını icra etmesinin engellendiği bir homofobik ülkede olduklarının farkında değillerdi.
İslam felsefesinin tümüyle ya da kısmen günlük yaşama yaydırıldığı toplumlarda geylik, lezbiyenlik, biseksüellik, transeksüellik gibi cinsel yönelimler günah olarak algılanmakta. Bazen yasalar, bazen yazılı olmayan töreler ve aile ahlâkı çerçevesinde bu insanların “ceza”sı kesilmekte. Bir yolunu bulup kendini belli ortamlarda kabul ettirebilenler ise bir başka ortamda her çeşit ayrımcılığa ve tacize maruz kalmakta. Toplum içinde “normal” yaşamanın ve çalışmanın yolunu bulabilenler “şanslı” sayılıyor.
Irak’ta yaşananlar homofobik saldırılar  olmanın ötesinde, düpedüz faşist bir katliam. Neredeyse tüm savaşlarda ve savaş ertelerinde yaşanan “sözde” toplumsal temizliğin faşist tezahürü.
Oysa, dünyanın medeni ülkelerinde artık iş başvurularında bile cinsiyet sorulmuyor. İnsanların cinsel eğilimleri kimseyi ilgilendirmiyor. Yapılan işin kalitesinin, zekânın, birikimin, yaratıcılığın, iyi insan ya da kötü insan, dindar insan ya da günahkâr insan olmanın parametresi kadın, erkek, gey, lezbiyen, transseksüel olmak değil.
Bin sekiz yüzlerin sonunda, homoseksüel yönelimi nedeniyle yargılanıp hapse atılan İrlandalı yazar ve şair Oscar Wilde kendisine kim olduğu unutmasını tavsiye eden arkadaşlarına şöyle demiş: “Bir kişinin deneyimlerini inkâr etmek, onun yaşamının dudaklarına yalanı yerleştirmektir. Bu bir ruhun inkârı demektir.” Kim ruhundan vazgeçmek ister ki, kim kendini  inkâr etmek ister ki!
Oscar Wilde bir şey daha demiş: “Hepimiz çamurun içindeyiz ama bazılarımız yıldızlara bakıyor.”
Evet, bu genç yüzyılda dünyanın her yanı, özellikle Orta Doğu çamur deryası… Biraz temizlenebilmek için yıldızlara bakalım… Ölenler “insan”dır. Katliamların, cinayetlerin sona ermesi için üzerlerinin örtülmesine izin vermeyelim, uluslararası kamuoyunun harekete geçmesi için elimizden geleni yapalım. Bakarsınız yıldızları yakalayıveririz!