Tarihte insanlar medeniyete ulaşmak için ne sınavlar atlatmışlar.  Tarihte bir dolu insani tutum sergileme dersleri var. Yaratılışa uygun, direkt yaratana sığınılmış dersler…

Yakın tarih sayılabilecek, 18 inci yüzyıldaki Fransa devrimi de bunlardan biri…

Artık halk, kilisenin baskılarından, yanıltmalarından bıkmıştı. Halkın, yaratanın gönderdiği kitabı bile anlayabilecekleri dilde okuması istenmiyordu. Kilise kutsal emanetler adı ile bir dünya para topluyordu. Kilisenin, ülke bütçesindeki payı da oldukça yükseltilmişti. Saraydan hatırı sayılır bir bütçe alıyordu. Karşılığında da kralı yarı tanrı olarak betimliyordu.

Diğer tarafta halk iyice fakirliğe boğulmuştu. Sevilmesi gereken yaratan ile halkı korkuttukları için ölünce olacaklardan insanlar çok korkuyordu. Diğer dünya için yanmaz kıyafetler satılıyordu. İnsanlar, az olan paralarını ölünce ruhlarına dua için yine kiliseye saklamaya çalışıyorlardı.

İşte Fransa Devrimi bu ‘paragözlüğü’ gözler önüne serecekti. İnsanlar, kendi çıkarları için halkı yanıltan söylemlerde bulunan papazları tanımışlardı.

Ve sekülerleşme başladı.

Halk artık ruhlarına dua okunması için daha az para bırakıyordu. Kilise topraklarına gömülme istekleri kalmamıştı. Yaratan her yerdeydi. Kilisenin empoze ettiği ve hükümdarın tek bir dokunuşla hastaları iyileştirdiğine artık daha az kişi inanıyordu. Adeta çok tanrılı dinlere döndürülmüş, Kralların kutsal olduğu fikrine artık inanmıyorlardı. Sekülerleşme, monarşiyi zora sokmuştu. Bunların hepsi olup bittikten sonra zenginlik tabana doğru hızla yayılmaya başlayacaktı. Devlet içinde paralel devlet olmuş kilise, hedef tahtası oluvermişti. Arttırılmış mali imtiyazlardan faydalanmasının önüne geçildi. Meslek haline getirilmiş din adamlığı prestijini kaybetmişti. Papazlar halktan kopmuştu. Kendi çıkarlarına düşmüş papazlara hoş bakılmıyordu. Kimse papaz olmak istemez oldu. Hele eğitimli ailelerin çocukları hiç istemiyordu. Kilise, ancak kimsesiz ya da köylü çocuklarını kilisenin eğitime alabiliyordu. Çok kazanan ama vergiden tamamen muaf kilise ve aristokratlar sorgulanmaya başlandı. Angarya olarak adlandırılmış, yani zorla bedava, karın tokluğuna çalışmayı artık kimse istemiyordu. Gitmemek için direniş gösterdiler. Kapitalizm hızla topluma yayıldı. Ticaret ve üretim aristokratlardan, halka doğru evrilmeye başladı. Yeni sınıflar ortaya çıktı. Gelir tabana yayılıyordu. Halk, kralla, kanunla yönetilmek değil hukuk istiyordu. Anayasa istiyordu. Jakobenlere, anayasa dostlarına ilgi büyüdü. Toplandıkları manastır sebebiyle Anayasa dostlarına Jakobenler dendi.

Ve devrim gerçekleşti.

Fransa’da artık kimsenin, yıllık 475 milyon milli gelir varken, kralın 600 milyon harcamasına müsamahası, hoş görüsü kalmamıştı. Saray, halkı çılgınca borçlandırmıştı. Ülke gelirinin neredeyse yarısı faiz harcamalarına gidiyordu. Halk, çoluk çocuğunun rızkını artık faizcilere yedirmek istemiyordu. Meclise halktan insanlar alındı.

Korporasyonlar, yani ilim, bilim, tarım, iş örgütlerini meclise davet ettiler.

Diğer taraftan saray hanedanı da boş durmuyordu. Varlığını sürdürebilmek için bol bol para dağıtmaya başlamıştı. Özellikle kendi ahaline yardımlar, bağışlar, verdiği işi yapmasına bakmaksızın maaşlar ödüyordu. Hatta üç, beş yerden maaş ödedikleri vardı. Maaş, ücret adı altında kendine bağlı olanlara bildiğiniz rüşvet dağıtılıyordu. Saraya bağlı maaşlı papaz sayıları arttırıldı. Kilisede, saray ile birlikte sorun yaşayacağını, lüks, şaşalı hayatının biteceğini anlamıştı. Kiliselerde fakirliğin güzellikleri anlatılmaya başlandı. Bunca borç varken dağıtılan bu politik rüşvetler ekonomiyi daha da çıkmaza soktu. Karşılığı olmadan basılıp dağıtılan para, hızla değer kaybediyor ve yaşam her geçen gün daha da pahalanarak, çekilmez bir hal alıyordu. Hatta yetinmediler ve kendi assignat adlı paralarını bastılar. Ama o da kısa sürede oluşan dev enflasyon ile eriyip gitti. Lüks, şaşaa, israf, hırsızlık o kadar büyüktü ki sistemin içine ne atsan anında eriyor ve yok oluyordu.

1790’da halkın yaklaşık %10’u dilenerek yaşamını sürdürmeye çalışıyordu. İş bulmak, ekip biçmek imkânsızdı. Komşu ülkelerden alım yapılıyordu. Üretim değil tüketim ekonomisi ülkeyi esir almıştı. İyice ezilen halk, sesini daha fazla duyurma gayretine girdi. Radikal gruplar oluştu. Bu gruplara ezilen halkın katılımı da yüksek oldu.

Faizcilerin, sinsice ve durmaksızın kanlarını emmelerine daha fazla müsaade edilemezdi. Üretim son sürat başlamalıydı. Hızla bu çılgın borçlardan kurtulmanın tek yolu çalışma, ilim ve bilimdi. Çalışıp faizcilere borç derhal kapatılmalıydı. Saray ve kilisenin keyfi için faizcilere kaptırılan para sahibine, halka kalmalıydı.

Böyledir işte! Bu işler hep böyle olmuştur.

Faizciler bir yere dadandı mı, oradan çıkmak istemezler. Hemen sarayı, din adamlarını yanına alırlar. İlk iş monarşi isterler. Güçlü bir meclis yerine, bir kişiyi yönetmek her zaman daha kolay olmuştur. Sinsice faiz adı ile kan emmeye bayılırlar.

Ve tarihin her bir sayfasında, her nerede olursa olsun sekülerlere, halk için çağa uyum sağlamaya çalışanlara hakaret edilmeye başlandıysa, bilinir ki orada faizciler güçlenmiştir.

Bu faizcilerin, aldatan taktikleri de vardır. Faiz düşmanıymış gibi yapar mesela… Ama eylemleri faizi hiç olmadığı kadar azdırır. Faizcilik sadece halkın kanını emmez. Sadece enflasyonu hortlatıp, halkı fakirleştirmez. Sadece yemek, barınma, kitap almasını engellemez. Çalışmayı da bitirir. Orada istihdam azalır. Az bulunan işinde güvenliği olmaz. Can korkusuyla ağır işlerde çalışır. Üretimi, doğanın üremesini, yaşamasını, bakımını da bitirir. Ve ülkeden yeşil gider. Ülkeye beton gelir, taşlaşma gelir, çöl gelir.

Ülkesini faize boğanlar, yani değeri insandan alıp mala, paraya verenler. Paranın fiyatını artıranlar adeta şeytanın, “Mahşer gününe kadar bana süre tanı; onların sana layık olmadığını kanıtlayacağım” sözünü tutmasına yardım ederler. İnsanlara dünyada cehennemi yaşatırlar.

Lâkin o gün Fransa, ilim, bilim, tarım, iş, hukuk devrimiyle işte o şeytanı mat etmeyi başarmıştı.