Ülkemizi KOBİ cenneti olarak tanımlarız. Çünkü işletmelerimizin %99,8’i KOBİ’dir. KOBİ’lerimiz istihdamında %77’sini sağlarlar. Ülkemizde, KOBİ deyip geçilemez yani, önemli bir yere sahiptirler. Ülkenin temel direkleri durumundadırlar.

Fakat diğer taraftan, bu hafta Zafer Partisi ekonomi programını sunan Bartu Soral hocamızın da dediği gibi “KOBİ’ler takadır, okyanusu onunla geçemeyiz. Küresel rekabet için gemilere ihtiyaç vardır”. Kesinlikle okyanustan rahatça geçebilmek için dev gemilere ihtiyacımız var.

Bizdeki temel sorunda tamda burada başlıyor! “Takalar hep taka kalıyor.” Hiç büyümüyorlar. Halbuki KOBİ’ler büyüyebilme yetileri ile donanmıştır. Onlar faaliyetlerini attıracak, rekabet avantajı yakalayacak AR-GE, iç iletişim, İK, kalite, satış, satın alma vs. organizasyonu sağlayan süreçler zinciri ile donanabilme yetilerine sahiptirler. Ürün geliştirebilen, rekabet edebilen yapılardır. Ve doğru kırılımlarla büyüyebilirler. Ama gel gelelim bizde büyüyemiyorlar. Çünkü hem KOBİ kurucusunun hem de onu denetlemesi beklenen kamu kuruluşlarının buna dair uygulaması, planlaması, yapılanması ne yazık ki yok. Bugün bizde KOBİ’ler, genel olarak ilk fikri geliştiren kurucularının inisiyatifine terk edilmiş durumda. Türk Ticaret Kanunun da bununla ilgili kanunlar var. Ama onunda yaptırımı yok. Böyle olunca da ölümsüz olması beklenen, ili için ilim, bilim geliştiren, ilini, milini, milletini sonsuza dek koruması için tasarlanmış kurumlar, sadece o ilk kurucunun faaliyet mücadelesi ile kısa bir süre mücadele verebiliyor. Büyüme başladığında tek başına üretmek yetmez oluyor. Ve çoğu zaman işletmeyi ölümsüz kılacak üretim, pazarlama, denetim, finans, satın almanın bütünlük içinde mücadelesine izin verilmiyor. İlk nesil kurucunun dünya görüşüne, yetkinliğine, inisiyatifine kalıyor. Kurucunun dünya görüşünü yükseltecek bir planlama mevcut değil.

Bu sebeple de ülkemizde KOBİ’lerin ortalama ömrü 25 yıl ile sınırlı kalıyor.

Çünkü denge yitirilip, akletme azalıp vicdan yoğun bir eylem ile aile şirketine hızla dönüşüyorlar. Genel olarak bu işletmeler, kurucularınca ailesini geçindirmek için kurulur. Ve çoğu rekabet edebilecek seviyede ürün geliştirmeyi başarır, büyür. Büyümeye karşılık aile, eş terkini ile belki de miras azalmasın kaygısı ile çocuklar yönetim kuruluna girer. Ve kararları çoğunlukla aile üyeleri almaya başlar. Liyakat, dışarıdan bir göz ile görebilme eksikliği illa ki hissedilecektir. Henüz büyümenin en başlarında olmalarına, hatta olması gerekenden zayıf olmalarına rağmen çevik hareket edilemez olurlar. Gecikmeli kararlar başlar. Fırsatlar kaçar. Ya da hiç görülemez.

KOBİ yani Küçük ve Orta Ölçekli İşletme olmak onların kaderi deyip işin içinden çıkmaya kalkanlar olabilir. Ama tabi ki de öyle değildir…

Hiçbir KOBİ, zaman içinde oluşabilecek bir kişinin egosuna ya da aile kaprislerine terk edilemez. O artık toplumuna değer katan ayrı bir kişiliktir. Evet o artık tüzel kişidir. Tüzdür, düzdür, tabandır. Tabana mal olmuştur. Eli her daim tabanda, yani taşın altında olandır. Doğmuştur ve sağlıklı yaşatılması, büyütülmesi gerekendir. Bir kurum için henüz daha çocukluğu sayılabilecek kısa bir süre, sadece ortalama 25 yaş hayatta kalabilmesi kabul edilemez. O artık kamudur. Topluma, kamuya verdiği fayda, o her şeyi bilen, bazen kurumsallaşma adımlarını, bütçeyi, satın almayı geri kafalılık anlayan, gelişmiş ülkelerin neden gelişmiş ülke olduklarını, o süreçleri anlayamamış çocukların şımarık tavırlarına bırakılamaz. KOBİ’ler, 18 inci yüzyıl anlayışı ile aile içi entrika ve iç çekişmelere kurban edilerek batma sürecine sokulamaz.

Bugün bunun önüne geçmek için “Aile Anayasaları” yazılmaktadır. Bu Türk hukukuna göre tamamen bağlayıcılığı olmayan, diğer taraftan borsa hukukunun atipik, düzensiz, alışılmamış sözleşmesi olarak kabul gören bir sözleşmedir. Ama ne olursa olsun bir anayasadır. İmza atanları borçlar hukukuna göre bağlar. Lâkin kurumsallaşma, düzenli ve disiplinli olmak o güne kadar her dediği yapılmış ikinci nesle kötü bir yaptırımmış gibi gelebiliyor. Böyle olunca anayasa çalışmaları yapılsa da aile anayasası etkili olamıyor. Kardeş, kuzen kavgalarına çare olmuyor. Kurumsallaşma elbette zordur. Kapsadığını korumak için, hem içini hem de onu tüketeni korumak için, ceviz kabuğu gibi katılık gerektirir. Mesela anne şefkati ile çalışanların aşırı yanında durup prosesler çiğnenemez. Biliriz ki bu tavır cehenneme giden yolu iyi niyet taşları ile döşer. Yine mesela bazı ikinci nesil de çıkar ‘hep bana’ der, çalışanı hiç düşünmez. Ve haliyle olası suistimaller artamaya başlar. Her ikisi de şirketi verimli, güçlü kılan kârlılığı azaltır, bitirir. Oysa tekrar edelim, önemli olan tüzel kişiliğin kendisidir. Tüzel kişiliğin sonlanması halinde ne çalışana ne ülkeye ne devlete ne de ortaklara katkının olmayacağı unutamayalım.

Ne yazık ki çoğunlukla, birinci nesil olarak adlandırılan kurucunun faaliyet başarıları, ancak kurumsallaşma sınırına kadar gelebiliyor. Ölçümlemelerde ikinci nesle devredilebilen aile şirketi, KOBİ sayısı %20’de kalıyor. Aile yasalarına, kurumsallaşmaya sahip çıkıp, üçüncü ve sonraki nesle devredilebilenler ise sadece %3 çıkıyor.

Onları da zaten hepimiz tanıyoruz. Koç Holding, Sabancı, Doğuş, Zorlu, Enka vs.

Asla aklımızdan çıkartmamız gereken şudur; her bir kurum ülkenin kaleleridir. Toplumu koruyan kollayan onlardır. Hiçbir toplum kalesini kendi elleriyle yıkmaz, batırmaz. Ya da tutup yabancıya satmaz. I-Phone’u satar mı ABD, Çin’e? Ya da Güney Kore Samsung’u Almanya’ya?

Kurum olabilmiş işletmeler, diğer toplumlarca saygı görmeni sağlayandır. Güçlü, bütün, kuru kalabilmiş kurumların varlığı yabancının dış güç olamama sebebidir. Yoklukları, kurumsallaşamamaları, kısa süreli ömürlerinin olması toplumun tadını kaçırır. İthal bağımlısı yapar. Dış borca bular. Ülke bütçesinde, yabancıya faiz ödemesi en büyük kalem oluverir. Bilinç kaybına sebep olur. Çünkü toplumun üretimi azalmıştır. KOBİ’ler sürdürülebilir olmaya zorunlu yapılardır. Sürdürülemez bırakılması, ömürlerinin kısa olması; dolaylı olarak topraklarının yabancıya satılmasına, ormanlarının yakılmasına, halkının sağlıksız beslenmesine, bol hormonlu, ilaçlı, genetiği oynanmış gıda tüketmesine, hastalanmasına, ahlakın zayıflamasına, hak yemenin artmasına, trafikteki sinire, hapishanelerinin dolmasının sebeplerinden biridir.

Yaradılış amacından sapan, sapkınlaşır. Sınavımız, amacımız her şeye güzel bakmak ve sürekli üretmektir.

Çözüm için; öncelikle kurucu ve ailesinin, işletmeyi yönlendirmede yetkili olduğu, ama işletmenin gerçek sahibinin bağlı bulunduğu topraklar, tüzel, tüz, düz, taban, halk, millet olduğunu kavraması gerekir. O işletme artık kamunundur. Kamunun gücüdür. Kurucudan, çocuklarından ayrıca bir kişiliği vardır. TTK ile öngörülmüş genel kurulların, ortaklar kurulunun sadece kâğıt üzerinde değil, işini severek yapan, bilinçli komiser eşliğinde ciddi yapılması şarttır. Burada işletmenin varoluş amacının ne olduğu, üzerine basa basa ve devamlı anlatılması ile daha uzun ömürlü KOBİ’ler görmek mümkün olacaktır.

Yani bu bilinci yerleştirme imkânı yok değil, imkânsız da değil…

İlla ki bilinci gelişmiş kurucu ya da aile, liyakatli kişiler ile bu çalışmaları yapıyor. İşi ehline teslim ediyor. Ama öte yandan “Her şeyi ben bilirim.” diyen de hem de bu yüzyılda çokça var. Bunu da KOBİ ömürlerinin ortalama 25 yıl olması ölçümünden net olarak görebiliyoruz.  

KOBİ’nin başındakiler “Yahu bu güçlü kalma, bir kalma bir tek bizim işletme ile mi olacak?” diyebilir. Evet öyle olacak, çünkü büyüklerimizden öğrendik ki damlaya damlaya göl oluyor. Bunu kadim milletimiz defalarca tecrübe etmiş. Atasözü ile tecrübesini bize aktarmış. Unutmayalım en maliyeti düşük iş, aş, güç yaşanmış tecrübelerden ders çıkartabilenlerdedir. Her bir KOBİ “Ben elimden geleni yapmalıyım.” diyebildiğinde gelişmiş ülke, millet, ırk olacağımızı unutmayalım. O güne kadar da gelişmekte olan yani gelişmemiş ülke, millet, ırk kalacağımızı da yine unutmayalım!