Emeksiz emeğin yayıldığı bir yerde, faiz hortlar. Burada halk adım adım uçlara ayrılmaya başlamıştır. Zengin, fakir ayrımında ara açılır. Zamanla uçlar keskinleşir. Zengin oranı azalırken, fakirlik yayılır. Hatta yavaşça yerini sefalete terk eder.

Emeksiz emek, üretimin nüfusa oranla azalması ile doğar. Ahlakı etkilemeye başlar. İmkân bulan, politik yakınlığı olan emeğinin karşılığından daha fazla kazanma hırsına kapılır. Piyasadan birileri fazla çekmeye başlayınca enflasyon artmaya başlar. Enflasyonla birlikte bu olumsuz hırs herkese yayılmaya başlar. Kolay para kazanma modası doğar. Bir satışın hakkı 1 TL iken 2 TL’den satma başlar. Enflasyon olur hayat pahalılığı… Emeğinin ederinden fazlasına isteme, haksız kazançtır. Haksız kazanılan da emeksiz emek olur.

Diğer taraftan, yine emek vermekten imtina eden, ama risk almayıp sadaka, yardım ile yaşama tutunmaya çalışanlar çıkar. Çalışıp para kazanmak yerine, kendini zorlamadan, kahveden çıkmadan ama sadık kalma koşullu yaşamlar başlar. Emek vermeden, oturdukları yerden, kendini değersiz ilan edip üzerine de emek bedeli alırlar. Ne acıdır kendini değersizleştirmek. Halbuki inancımızda “Onu biçimlendirip ona ruhundan üfledi” der. Bunu da alimler ‘Kendinde olanın minicik bir timsalini insana aktardı’ diye açıklar. Yani insan, hiçbir biçimde, hatta kişinin kendi isteğiyle bile değersiz bırakılamaz.

Bu arada sadakayı alanlar, düzenli alma peşine düşmüş. “Ben artık toparladım, iş buldum. Ya da bu yardım ile işimi kurdum. Artık para kazanıyorum. Bana vermeyin.” Diyen olmamış. Bunu da yardım alanların her yıl artmasından anlamak mümkün. Aksi olsa azalması gerekirdi.

İşsizliğin artması, üretimin azalmasından elbette. Ama insanlar üretmediği zaman tüketimi durmuyor işte! Yaşaması için tüketmesi gerekli. Bu da ithalatı başlatıyor. Yani diğer milletlerin ürettiklerine bağımlılık başlıyor. O yardım, aldığın paran biter ama bağımlılığın üzerine yapışır kalır. Ayrıca seni o yokluğa götüren fikir bir kez bulaştı mı! Ondan kurtulmakta zordur. Borç alıp yine ithal etmek ister. Üreten yabancı işçinin, çiftçinin sırtına yapışan olur. Kan emen olur. Diğer toplumlar nezdinde ilk fırsatta kurtulması gereken olur.

Faiz, rantta ülkeyi sarar. Faiz ‘faydasız’ ifadesinin özüdür. O ilk küçük faiz adımı ‘her an faydasız, fayda veremeyen kalabilirsin’ der. Faiz ve rant emeksiz emeğin, emeksiz kazancın özüdür. Emek vermeden kazanmak, tabi ki sahtedir, sahteciliktir. Toparlanabilmiş toplumu ayrıştırır, böler. Birilerinin emeğinden bilinçli ya da bilinçsiz çalmaktır. Başkasının sırtına yapışmaktır. Hatta kan emmektir. Faizcilik, faydasızcılık başlayınca emek gider, emmek kalır.

Küresel, kapital dünyada faizsiz elbette olmaz. Kapitalizmi yaşarken, faiz olmadan mızrak çuvala sığdırılamaz. Bu sebeple din alimleri de bu konu hakkında birçok düzenleme açıkladılar. Tehlikeli olan makine, tesis yatırımı dışında, abartılan ve çalışmadan kazanç getiren, tembelleştiren faizdir. Garip türev fonlar, spekülasyona açık borsadan alım yapmış küçük birikimleri ancak tükettiğinden fazla üretme korur. Ürettiğinden çok tüketirsen, koruma kalkanın kırılır. Faizcilerin eline düşmüş, dış borç batağına saplanmış toplumlar, doğruyu illa kaybeder. Faiz, rant, kolay para, hızlı zenginleşme hayali yayılır. Bu tam tabiriyle çölde kalıp, susuzluktan serap görmektir. Olmayanın, asla da olmayacağın peşinde koşmaktır. Kolay para kazanma hayalini satanlar, kısa sürede işsiz aşsız, barınaksız kalışı kenardan izlerler.

Tekrar edelim, bundan kurtulmanın tek yolu “Kolay para kazanma” vaadinin müşterisi olmamaktır.

Diğer taraftan kolay para kazanma tuzağına düşmemiş, sağlıklı düşünebilme yetilerini kaybetmemiş insanlar bilir ki! Onur, gurur, mutlu hayat sadece emeğine borçlanmış, emeği ile aşını, barınağını kurabilmiş insandadır.

2025 dönemi asgari ücret açıklandı. Neredeyse açlık sınırı ile aynı tutarda…

Açıkçası bu ücret gelişmiş ülkelerde takip edilmez. Çünkü onlarda bu ücreti alan sayısı %2-3 aralığındadır. Onlarda genel de yarı zamanlı çalışanlardır. Bizde önemli, çünkü halkımızın yarısı ‘asgari ücret’ ile iş bulabiliyor. Yeni yıl ile vergiye dolayısıyla yakıta, elektriğe zam olacağı açıklanmıştı. Demek ki birkaç aya asgari ücret açlık sınırının da altına düşecek. Tabi böyle olunca sosyal yardımlar da önem kazanacak. Yapılan açıklamaya göre; 2025’te sosyal yardıma 651 milyar TL bütçe ayrılmış. Bilinen 20 milyona yakın insan sosyal yardım, dini ifade ile sadaka alıyor. Bu insanların çoğu sağlıklı ama çalışmıyor, iş bulamıyor. Emeksiz kalmışlar. Sosyal yardım olmadan yaşayamıyorlar. Haliyle sadaka-ti de bol oluyor. 

Bütçe de faydasız bırakan faiz ödememiz 1,95 trilyon TL’ye çıkmış. Toplam bütçenin %13’ü ile faiz ödenecekmiş. Faiz lobisi avuçlarını okşuyordur. Çizdikleri bu tabloyu hayran hayran izliyorlardır.

2024 bütçesinde faiz öngörüsü tutmamış, artmıştı. Umalım bu sene artmaz, hatta düşer. Zar zor kazanıp devlete verdiğimizin %13’ünün faize gitmesi ne acı. Açıkçası böyle bir faiz yüzdesi tarihte de hatırlamıyorum. Düşünsenize maaşınızı aldınız. Hemen yanınıza biri geliyor. %13’ünü elinden alıyor. Ve gık diyemiyorsunuz. Faizi alan da ‘son yıllardaki faydasızlığının bedeli’ diyor. Bizim meslek mensuplarının sıkça kullandığı bir ifade vardır. “Hesaplayamadığını ölçemezsin, ölçemediğini kontrol edemezsin, kontrol edemediği yönetemezsin.” Ürettiğinden çok tüketmek, hesapsız, lüks kamu harcama isteği, mersedesler, audiler, jetler, ölçülmüşü görmezden gelmeyi sağlar. Kontrol elden kaçmış olur. Bunun da ölçümü bütçendeki faiz olur.

Kontrol, faizi mutlaka azaltır. Kontrol varsa, faiz tekrar ve tekrar yükselemez.

Felsefe, düşünce her zaman hareketlenmeyi, hakikatı arar. Siyaset ikna, devlet ise ispat arar. Ama siyasette, devlette en baştaki hakikatten saparsa iknada, ispatta mucizelere kalır. Ama kesin olan şudur ki! Hakikat bunca saptığında halk travma yaşar. Genlere işleyecek kadar ağır acılar yaşanır.

1929 büyük buğran ile andığımız ABD merkezli krizde, dünya ticaretinin %65 etkilenmişti. ABD büyüme oranı eksiye gitti. 50 milyona yakın insan işsiz kaldı. Resesyon oldu. Bu acı da ABD halkının genlerine kazıldı. Bugün halen ve o günleri yaşamamış ABD halkı bundan korkar. Hep tetiktedir. Bakar şöyle biraz işsizlik artıyor gibi, hemen daha fazla büyümeden önlem almaya çalışır. Öyle bir çalışır ki hükümet bile yıkılır.

Birinci Dünya savaşının ana kaybedeni Almanya olmuştu. Savaş tazminatı çok çıktı. Yeni hükümet öngörüsüz ve korku içinde para basmaya başladı. Karşılığı, üretimi olmayan para basmak hayra alamet değildi. Tekrar ve tekrar para bastılar. Onunla altın aldılar. Tazminat ödediler. Ve birden 400 Mark, 1 Doları ancak karşılar oluverdi. Fakat ders almayan hükümet, para basmaya devam etti. Adım adım Alman halkı da eridi. Enflasyon vergisi halkı ucuzlattı, târumar etti. Bir yılın sonunda 4,2 trilyon Mark ancak 1 Dolar ediyordu. Cüzdan yerini el arabası kullanır oldular. Milli değeri, parası o kadar değersizleşmişti ki çocuklar sokakta deste deste kağıt para ile oynuyordu. Bir çanta Mark ile bir ekmek ancak alınabiliyordu. O gün yaşadıkları acı, açlık içlerine işledi. Almanya bu travmayı halen yaşar. En ufak bir enflasyon belirtisi derhal hükümet devirir. Enflasyona yürekleri dayanmaz.

Bu durum bizde döviz olarak yaşanmıştı. Yüzlerce yıl savaştık, ganimete alışmıştık. Tabi bu gericiliğe çare aradığımız bazı dönemler de var. Mesela Osman beyin tekfura halı makinasını, hayvanını satmama, üretim yapma savaşı verdiği görülür. Ama bu dönem kısa sürmüş. Genel olarak savaşan ve ele geçirdiği yabancı ganimetlerle geçinen bir toplumduk. Üreten kesim azdı. Padişahlarda bunu istiyordu. Hatta bir hikâye de şöyle anlatılır. Padişah’a bir sefer esnasında zanaatkar lazım olmuş. Aramış ama orduda bulamamış. İşini yaptıramadığı için üzülmüş. Sonra bir komutanı zar zor bir zanaatkar bulmuş, getirmiş. Padişah işini yaptırmış ama bulunduğu içinde üzülmüş. Çünkü halk zanaat ile geçimini sağlayabileceğini öğrensin istememiş. Halkın, asker olmak yerine, ailesiyle daha sık görüşebileceği, daha güvenli olan zanaatkar olmayı seçeceğinden endişe etmiş. O dönemde Ahi Evran’da bu düşünce ile mücadele etti. Ama o da kısa süreli bir başarı yakalayabildi. Böylece dışarıdan gelen malı ganimet olarak görme genlerimize işledi. Bu sebeple bazı dönemler, yine mesela Türkiye Büyük Millet Meclisinin kuruluşu ve takip eden otuz yıl hariç, hep dış ticaret açığı vermişiz. Bir şekilde ganimete alışmış gen ağır basmış. Ama artık dönem çok değişti. Ganimet yılları biteli çok oldu. Çoktan modern kaleler, fabrika oldu. Ticaret başladı. O düşünce bitti. Artık yabancının malı ganimet sayılmıyor. Her yabancı alım bizden, değerimizden, geleceğimizden alıyor. Abartırsan üzerine dış borç oluyor. Dış ticaret açığı oluyor. Döviz açığı oluyor. Döviz sahibi değerleniyor. Sonra geliyor o değersiz bıraktığın geleceğine ipotek koyuyor.

Bizde yıllardır döviz açığı, dış borç telaşı ile yaşayınca bu da bizde travma olmuş. Onun için ekonomi ise konu hemen sorarız “Acaba döviz artacak mı?”    

Evet biz geçmişte enflasyon kaygısı pek az duyardık. Çünkü enflasyonu, ihracatı arttırmak için kullanırdık. Alım gücümüz düşmezdi. Tek telaş hep dövizdi.

Almanya’nın savaş sonrası yaşadığı gibi fakirliğin de ötesinde, sefalet yaşatan bir enflasyon hiç görmedik. Fakat asgari ücret artışı, alım yapamama, kamuda israf gösteriyor ki görmeye yakınız. Böyle faydasız kalmamızın devam etmesi, faiz, rant, toprak, kimlik satma gibi üretmeme kaynaklı, yokluk hissi ile miras yedi tavrı işi sefalete götürür. Ve nur topu gibi bir travmamızın daha olur.

Travma bu, ona gelme diyemezsin. Desende dinlemez, işini yapar. Yaşanmışlığı takip eder. Yaşanmışlığın yanlış ise; tekrar yaşamaman için, kaygı ile aklı harekete geçirme moduna geçiverir. Ve bu önlem bazen ipten alır.