Çok eski bir Türk geleneğine, çocukluk yıllarımda tanıklık edip çok şaşırmıştım. Mahallemizde durumu pek iyi olmayan biri vardı. Tek katlı gecekonduda otururdu. Elbette mahallelinin yardımları çeşitli oluyordu. Ama durumu ondan biraz daha iyi olanların yardım şeklini o gün anlamamıştım. Tuz ve ekmek verirlerdi. ‘Ekmeğe tuz banıp yenmezde, çok susatır.’ diye içimden geçirirdim.
Bilmezdim o gün; Türkler, savaşçılarının yanına ekmek ve tuz koyduklarını…
“Ekmek yer, yaralanınca yarama tuz basar ama ilime, ilmime, töreme sahip çıkarım, savaşmayı bırakmam” demek olduğunu yıllar sonra Yunus Emre şiirlerinden öğrendim. Ne diyordu mesela bir şiirinde?
“Şükür bu deme geldik dostları bunda bulduk,
Tuz ekmek yedik aşk demin oynar iken”
Bu geleneğin Türk dostluğunun, vefasının, bağlılığın, dürüstlüğün sembolü olduğunu o zaman öğrendim. Geleneklerimizde ekmek-tuz hediye etmek; yanındayız mesajının yanı sıra, “Her halükârda savaşmayı bırakma, sen savaşçı bir milletin ferdisin, bu kötü günlerin de üstesinden gelebilirsin, ışıldayabilir, yansıyabilirsin. Bu yeni yansıma seni daha da güçlendirir.” mesajıydı! Tıpkı seyrine doyum olmayan gün batımının denize yansıması gibi yansıyacaksın motivasyonuydu. Doğru yere yansımış her şey keyif katar. Tıpkı yeryüzünün manyetiğini dizayn eden kutup ışıklarının o muhteşem yansımaları gibi...
Öte yandan yanlışın yansıması ya da yanlışa yansıma anlamsızlık, değersizliktir.
Üzerinde yaşamak için gönderildiğimiz, bize emanet edilmiş bu dünyaya iyi bakmak zorundayız. Bizimle birlikte dünyaya gönderilen diğer canlılara iyi davranmak, güzel bakmak zorundayız. Çünkü dünya onlara da emanet edildi. Ardından akıl ile ödüllendirilmiş insana ise tamamı emanet edildi. Emanetimize iyi bakmak görevimizdir. Dünyanın huzuru, rahat nefes alabilmesi sorumluluğumuzdur. İyi bakış yansıma sağlar. Sen doğru bakarsan dünyada yansımaya başlar. Diğer insanlar, canlılarda senin yansıman olur. Onlarda doğru bakmaya başlar. Hayvana bakmak zor olmaz. Hazır, işlenmiş, kimyasalla ömrü uzatılmış yeme gerek kalmaz. Meralar onlara fazlasıyla yeter. Fazla süt için zorlayalım derken genetiği bozulmaz. Hormon, garip gübre, ilaç kullanılmaz. Fideler, yaptığının bir yansıması olarak kanser yapan sebze üretmez. Ağaçlar organ yetmezliği yapan meyveleri tomurcuklatmaz.
Evet, dünyadaki her hareketimiz ayna gibidir. Nasıl bakarsan öyle görürsün. Yaptığın, iyi ya da kötü aynen yansıma yapar.
Aslında insan işte böyle ayrıcalıklıdır. Yansımalı yaşar. Her bir bakışın sana ayrı ayrı yansır. Sen huzur verdiysen yansır ve sana huzur gelir. Sen muzur verdiysen muzur gelir. Yaptığın yansır. Her şey herkes senin gibi olur. Mesela büyüğüne gösterdiğin saygı ya da saygısızlık sana da yapılır. Hayvanları gereksiz katleden başka bir yerde hışma uğrar. Ağaçları doğayı fazlaca, gereksiz katleden oksijensizliğe, kirliliğe, nefes darlığına, yağmursuzluğa, çöllüğe, hastalığa uğrar. Yaptığımız yanımıza kalmaz yani, doğrudan yanımıza yansır. Hayat adeta yansıma üzerine kurulmuştur. Sen bugün nasıl yansıyabildiysen aynısı sana yansır. Ya nurlu bir ışık yansır ya da göz karartan katran. Tamamen sana bağlıdır. Bu da bize verilmiş en büyük nimettir. Böylece döngü kendi kendini ivmelendirmiş olur. Sadece biz değil fideler ağaçlar da meyvelerini, sebzelerini yansıyabilmek için yani hayatlarını devam edebilmek için verir. Bunu yaparken de güzel yansımaya, diğer canlılara lezzet katmaya elbette özen gösterir. Ayrıca tohum bırakmanın başka yolu da yoktur. Meyve vermesi gerekir. Tekrar ağaç olması gerekir.
Aynı şekilde insan da geleceğini devam ettirebilmesi için, tekrar dünyada var olabilmesi için faydalı yansıması, üretmesi gerekir. Yansıma olmuyorsa, bittiyse yokluğa yolculuğu başlar. Toplumlar yaptıklarıyla, yapmadıklarıyla, oylarıyla, oysuzluklarıyla, fedakârlıklarıyla, fikirleriyle, fikirsizlikleriyle, cesaretleriyle, korkularıyla, çalışkanlıklarıyla, tembellikleriyle, ürettikleri ile üretmedikleri ile mutlaka yüzleşir. Demek ki özünde hayat, öyle arabesk şarkılardaki gibi hiçte acı olması için dizayn edilmemiştir. Acı olan; görevi ışıldamak olan ateş böceğinin ışıldamayı inkâr etmesi, yansımamasıdır. Sorumluluk verilmiş insanın, sorun etmemesi, soru sormaması, hatta görmezden gelerek yine yansımamasıdır.
Huzursuz, mutsuz, sevinçsiz, anlamsız, mücadelesiz, kalıp. Ardından da “hayat işte böyle” ya da “yaşamak işte bu” demek doğru değildir. Mutsuzsan, kendini umutsuz hissediyorsan içinde devamlı seni huzursun eden bir şey varsa… Aklın hep karışıksa, tek yapman gereken toplumsal olarak yaptığın seçimleri gözden geçirmektir. Sorumluluğumuzdan uzaklaştıran, yansımamızı elimizden alan umutsuzluk asla kabul edilemez. Uzun uzun yıllar önce, geceleri karanlık olduğunda, yanımızda dost bir tek ‘Ay’ kalıyordu. Bizler işte o aydan çok şey öğrendik. Birçok şey ‘ay’ ile başladı diyebiliriz. Ay, bizi gece karanlığında az da olsa aydınlatıyordu. Bu sayede gece avlanan vahşi hayvanları görebilme imkânı bulduk. Çocuklarımızı koruyabilme imkânı bulduk. Ay, bizim için cüssesine bakmadan her gün ve her gün ısrarla, elinden geldiğince o koca karanlığa meydan okuyordu. İşte orada öğrendik umudumuzu yitirmemeyi. O varken tamamen karanlıkta hiç kalmadık. Az da olsa aydınlık hep oldu. O bize hep umut oldu.
Bu sebeple Türkçede Ay, Umay; aydınlık tekrar gelecek, sabah tekrar olacak umududur.
Umutsuzluğa düşmemek için yapılması gerekene, geliştirilen fikirlere de “Ay”dan türetir. ‘Oy’ deriz. Daha çocukken öğrenmek için, gelişim için, düşünmeyi, yaşamı öğrenmek için yapılan eğlenceli eğitime ‘Oyun’ deriz. Fikri geliştirebilmiş, zorlukları aşabilmiş, keşiflerde bulunmuş, araştırmış ve binlerce yıldır hayatını devam ettirebilmiş, doğru oy geliştirebilmiş (verebilmiş) atalarımıza ‘Soy’ deriz.
Evet dedik ya insan sorumluluk alarak bu dünyaya gönderildi. Bizler, bu sorumluluğu aşabilme yetilerinin ardından dünya için seçilmişleriz. Ve bu sorumluk, sadece doğru soruları bulma, sorma yetileri ile yerine getirilebilir.
Günümüzde insanların çoğu, sadece çocuklarına yaptıklarıyla, yetiştirmeleriyle, bakmalarıyla, yere düşünce ayağa kaldırmalarıyla insan olmanın ayrıcalığını hissediyor. Sadece onlara karşı olan sorumluluklarını yerine getirerek o tarifsiz duyguları kısıtlıda olsa yaşayabiliyor. Ve ne yazık ki sadece bu duyguyu çocuğuyla yaşayabileceğini zannediyor. Halbuki insan olmanın ayrıcalığı herkese, her şeye gönüllü hizmet etmekte yatar. Ayrıcalık, varını yoğunu çocuğunmuş gibi bölüşmektir. Tıpkı Yunus Emre gibi...
Bunu yapabilenin sadece çocuğuna değil, tüm yaşama dair duygularının tarifi imkânsız olduğunu görebileceğini Yunus Emre bize anlatır. İşte bunu yapabilmiş Yunus Emre, ölümsüzler arasına da girmiştir. Kendini dertli Yunus olarak tarif eder. Çünkü insan gaflete düşmemek için sürekli çaba harcamalıdır. Düzenli olarak kendine dert arar. Ki o dertlere derman oldukça da yansır, ışıldar, huzura çıkar. Ve elbette gaflet bilmez.
İşte tuz ve ekmek budur. Yansımasının söndüğünü düşündüğü o anda, kendini bırakmamasını hatırlatmaktır. Düşeni kaldırmaktır. Tekrar yansımaya davettir. Ona el uzatmaktır. Bir kuru ekmeği bölüşmek, yaraya tuz basarak şifa peşinde koşmaktır. Böyle bir toplumun mutluluğu tarifsizdir. Ülkesi işgalsizdir. Olası ondan biraz daha fazla yansıyabilmiş toplumların zulmüne uğrama ihtimali biter. Bütçesi açık vermez. Yabancıdan borç almaz. Borç alıp da yabancıların lütfuna geleceğini terk etmez. Yansımayı becerebilmiş toplumların yoksulluğu bile, her türlü birikimden çok daha heybetlidir.
Suriye’nin dağılmasının ardından son olarak şunları da eklemek isterim. Yugoslavya, Irak, Afganistan, Libya, Suriye’de olduğu gibi; devlet tek patronlu bir şirket gibi yönetilemez. Devlet, milli mücadele gerektiren bir olgudur. O uludur. Ulusça hareketlenme ister. Devlet olmak; milli bir kuvve, düşünce, mücadele gerektirir. Tek patrona bırakılan her ülke devlet olmaktan çıkar ve hızla fakirler, karışır, yıkılır. Yansıması, ışıltısı, haliyle bu dünyadaki yaradılış misyonu son bulur.