1908 II inci meşrutiyet öncesinde istibdat, baskı, hak ve özgürlüklerin yitirilmesi ile halk mırıltıları, gürültülere dönüşmüştü. Halkın içinden çıkmış ordu buna sessiz kalamadı. Osmanlı imparatorluğu topraklarında istibdada direniş başladı. Ordu hali hazırda yurdun her bir köşesinde ayaklanmış Ermeni, Rum, Bulgar, Sırp çetelerle uğraşıyordu. Doğuda da Araplar, için için kaynamaya başlamıştı. İngiliz ajanları petrol kaynaklarının bol bulunduğu bu bölgede yoğun çalışmalar içerisindeydiler.

Rumeli, Osmanlının anavatanıydı. Elbet burada da durum çok kötüydü. Bölgenin tamamında Rus hamileriyle birlikte hareket eden çeteler, Türk köylerini acımasızca basıyor, en vahşi metotlarla öldürüyor, tecavüz ediyor, yakıp yıkıyordu. Osmanlı askerleri her bir köye yetişemiyordu. Bu sebeple eğitimli, stratejik bakabilecek muallimler de köy savunmalarında etkin görev almaya başladı. Ve tabii ki ilgisizliğe, baskıya dayanamamış dağa çıkmış Türk eşkıyalarda bu çeteler ile mücadeleye girişmişti. Eşkıyaların sayıları kısmen daha az olduğundan direkt çatışmaya her zaman giremiyorlardı. Onlar daha çok Rum, Bulgar çetelere akan finansman kaynaklarını hedef alıyorlardı. Yahudi, Rum tüccarların para kazanmalarını engelliyorlardı.

“Ne şehittir ne gazi pisi pisine gitti Niyazi” söylemiyle halen andığımız, o günde çok sevilen Resneli Niyazi beyde Manastır bölgesinde Bulgar çetelere karşı mücadele veriyordu. Onun sayesinde Bulgarlar Resne ve civarında çetecilik faaliyetlerini yapamıyordu. Ecnebi teşkilat, Resneli Niyazi için Osmanlı hükümetine baskı kurmaya başladı. Hükümet borç altındaydı. Faiz, saray inşaatı ödemeleri ile bütçe iyice zayıflamıştı. Artık esareti tüm hücrelerinde hissediyordu. Olacakları öngören Resneli Niyazi adamlarıyla birlikte Manastır Heyeti Merkezine de haber vermeden, padişaha isyan ederek dağa çıktı. Ve aslında o gün halkın meşruluğunun, hukukla yönetilmesinin, meşrutiyetin fitilini ateşlemiş oldu. Resneli Niyazi’nin yanında dağa çıkan, sıkı dost olduğu Üsküplü Mülazım Şevki, Manastırlı Yusuf Ziya efendiler gibi sözü özü dinlenen önemli insanlarda vardı. Bu dağa çıkış elbette Manastır Heyeti Merkezinin canını sıktı. Ama günün sonunda cemiyetin çıkarlarına uygun olduğundan hoş görüldü.

Aynı anda Jön Türklerin kaplanı olarak ün yapmış Selanik’teki Enver paşada İstanbul’dan çağırıldı. Enver paşa İstanbul için kilit noktaydı. O İstanbul’dayken meşrutiyet için mücadele eden asker ve halkın daha rahat bastırılabileceği kanaati vardı. Cemiyet ise Enver paşanın İstanbul’a gitmeyip dağa çıkmasını uygun buldu. Subay Mehmet Ali beye, Enver paşaya götürmesi için mektup ve biraz para verildi. Enver beyle Selanik’te İsmail Canbulat’ın evinde buluştular. Mektubu ve parayı Enver paşaya teslim etti. O da Manastırdakilere selam gönderdi. Ve ekledi. “Selanik’te çok fazla hafiye var. Onlar seni fark etmeden dön. Ve bunu da cemiyete bildir.” dedi.

Bu sırada Manastırda işler karışmıştı. Resneli Niyazi’yi yakalamak için meşhur Şemsi Paşa görevlendirilmişti. Aynı anda Selanik’teki meşrutiyet teşkilatının buna izin vermeyeceği, gerekirse Selanik’ten Manastıra Şemsi paşanın canlı geçemeyeceği halk arasında konuşulmaya başlandı.

Ama Şemsi Paşa Arnavutluk’tan asker ve başıbozuk muhafızlar ile Manastıra geldi. Bu durum özgürlük isteyen, baskı ve çetelerden yılmış Manastır halkını ve aynı emelleri taşıyan askeri kışlada da büyük infial yaratmıştı. Türk milletinin saygınlığının kalmaması, halkın sorunlarıyla ilgilenilmemesi, saraydan yönetme, kendi halkından korkacak duruma gelmesi, jurnalci ve koruma ordusu kurması, devleti borç batağına sokması, insanların her an her yerde öldürülüyor olması, bebeklerin bile görülmemiş, vahşetle katledilmesinin durdurulamaması elbette ki imparatorluğun doğru yönetilmediğini gösteriyordu. Bu da padişaha sadakati bitirmişti.

Ve böylece dağa çıkan tabur sayıları artmaya başladı. Her sabah “acaba bugün daha kötü ne olacak?” diye korku ile kalkmak, sessizce olanları bir kenarda izlemek istemediler. Gittikleri köylerde gençler onlara katılmak istiyordu. Hatta o günü yaşamış subaylar anılarında; bir köye vardıklarını, burada yeme içme ihtiyaçları için konakladıklarını, köy gençlerin de onlara katılmak istediğini, ama yaşlarının küçük olması sebebiyle almadıklarını anlatıyor. Peki ne olmuş biliyor musunuz? Ardından subayın yanına gençlerin babaları gelmiş. Her biri söz almış. “Benim oğlum küçüktür ama çok iyi silah atar” diyorlarmış. “Bak meşrutiyet mücadelenize almadınız, eve kapandı ağlıyor şimdi” demiş. Gençleri de mücadelenize alın diye baskı yapmışlar. Halk canı, cananıyla hep birlikte yaşananlardan usanmış. Bir an önce özgürlüklerini eline almak istemişler.

Özellikle halk için kolay bir süreç olmamıştı tabi ki! Ama sonunda ve bunca yaşananın ardından II. Abdülhamit’te fazla dayamadı. Direnci uzun sürmedi. Sonrasında ise hepimizin bildiği gibi 24 Temmuz 1908’de İkinci kez meşrutiyeti ilan edildi.

Evet… 1856 Hattı Humayûn, 1864 Vilayetler Kanunu, 1876 birinci meşrutiyet, 1908 ikinci meşrutiyet ve en nihayet 1923 Cumhuriyetin ilanı ile cem, cum, cuma, cumhur hürriyetini eline alabildi. Kolay olmadı cumhurun hürriyetini kazanması, yıllar yıllar sürdü. Halkın geleceğinin bir ailenin ağzına bakmama, çağdaş seviyeye yükselme imkânı bulma, kendi kendini, beyin fırtınalarıyla, kurullarla yönetme hakkını kazanması zaman aldı. Yürütmenin, yargının, yasamanın ayrı ayrı faaliyet göstermesi, böylece birbirlerini denetletme çalışmaları zaman aldı. Halkın emeğiyle, işiyle, gücüyle oluşacak faydaların birkaç kişiyi değil toplumu zenginleştirmesi, hakları bir kişi ile değil hukuk ile belirleme gayreti zaman aldı. Zor oldu ama ısrarları, istemeleri, harekete geçmeleri netice buldu ve oldu.

Bu sayede Türkler kulaktan dolma değil, özgürce ilimi öğrenebildi. Başkalarının özgürlüğünü kısıtlayacak özgürlüklere kapılmadı. Kimsenin hakkını yemeden, kimseye hakkını yedirmeden kararlarını alabilme, yaşayabilme imkânı bulabildiler.

Evet, Resne’li Niyazi bir kaza kurşunu ile öldü. Ama söylendiği gibi de pisi pisine gitmedi. Yeniden ateşlediği hürriyet sürecinin sonu Cumhuriyet ile bitti.

Bu yönetim şekli III. Selim, II. Mahmud zamanından beri tartışılıyordu. 1850’den sonra ise halkın da tartıştığı bir konu olmuştu. Yönetim seçeneklerinin biri yıllarca yaşamıştı. Birçoğu da yaşamış toplumlardan tecrübe edilmişti. Diğer seçenek Komünizm, Sosyalizm, Anarşizim, Feodalizm, Otoriteryanizim, Askeri diktatörlük, Aristokrasi, Teokrasi, Teknokrasi, Totaliterizm, Kabilecilik, Monarşi olunca başka sağlıklı bir yönetim şekli görülememişti.

Bugün buna Kleptokrasi, Şirketokrasi, Oligarşi, Kakistokrasi, Faşizm’de eklendi. Ama halen eğitimli halkın kendi kendini yönetebilmesi kadar güzeli, adili bulunamadı.

İşte bunun için tekrar ve tekrar; Yaşasın eğitim, yaşasın Cumhuriyet…