Kredi kartlarındaki nakit çekme işlem tutarları geçtiğimiz yılın mayıs ayına göre %18,5 artış göstermiş. Türkiye’de kredi kartlarından günlük ortalama 110,2 milyon TL nakit çekim yapılmış. Bu bilgilerin ardından, “bu yıl ekonomik büyümede sağladık” demek çok doğru olmaz.
Büyüme oranı açısından büyüyoruz doğru, ama şunu göz ardı etmeyelim; Tüketilebilecek ürünlerin sayısı da büyüyor, biz onların içinden bir miktar nemalanabiliyoruz. Diğer ülkelere kıyasla bir büyüme sağlamıyoruz. Örneğin açlığımızı giderecek ürün olarak, geçmişte sadece un ve ekmek varken, bugün statülerimizi de belirleyen bir çok un’dan yapılmış ürün seçeneğimiz  var. (Kek, simit, hamburger vs.)  Diğer ülkelere kıyasla küçük hasılatımıza göre, bu büyüyen pastanın sadece küçük bir oranını alabiliyoruz. Büyük payları ise artık üreten de değil, bu küresel ilişkiyi yönetenler alıyor.
Yeri gelmişken tekrar hatırlatalım “Bunca bolluk, kıtlığın da habercisi olabilir”.
Son 50 yılda dünyaya verdiğimiz zararı, bir önceki dönemde ancak 250 yılda verebilmiştik. Dünyayı bugün 5 kat daha hızlı tükettiğimizi de yine yeri gelmişken hatırlatalım.
Tüketim toplumlarının maalesef maddiyatçı duruşu doğası gereği ön plana çıkmaktadır. Hükümet’in mutlaka manevi duyarlılığa da kulak vermesi icap eder. Kurulan diyaloglarda maddiyat hissedildiğinde, problemler yaşanması da kaçınılmazdır. Bugün Türkiyenin büyük holdinglerine, Gezi Parkı olaylarının hemen ardından vergi ve SGK denetmenlerince, incelemeler başlaması da yine bu felsefenin direkt bir ürünüdür. Bu da vicdanları yaralar.
Nakit çekmede artış sağlamış “kredi kartları” piyonu, tüketici simsarlarının gözbebeğidir. Kredi kartları sayesinde toplumun en alt katmanlarına ulaşma imkânı bulabilmektedirler. Nefsine kolaylıkla yenilebilen insanoğlu, kendi gelir seviyesine göre, ertelemesi gereken ihtiyaçlarını, bu sayede erteleme ihtiyacı duymadan, tüketim ihtiyacını karşılamaktadır. Fakat unuttuğumuz bir şey var ki, arzular bitmez. Hemen ardından yeni bir tüketim arzusu duyulabilir ve borç büyür.
Sistemi daha dik ve ayakta tutanda bu alt borçlanmalardır. Borçlanan ve borçlarını ödemeyen, hukuk tarafından takibe alınmış toplum, en uygun ve itaatkâr çalıştırabileceğimiz iş gücü yada rey gücü halini alır. Bu sebeple de bu dönüşümü çeşmenin başındakiler teşvik edebilir.
Türkiyede her dönem, son günlerde “faiz lobisi” olarak adlandırılan, yapının başında kamu ve kurumları gelmiştir. Ülkeye giren her türlü uzun vadeli yabancı kaynaktan Türkiye faydalanır. En başta da Merkez Bankası ister ve bu yönde yönetir. Buna uygun tahviller hazırlar ve cezbedebilmek için faiz oranını yüksek tutar.
Bugün yine, ABD verilerinin piyasalarda iyi olarak adledilmesinin ardından, döviz kurları üzerinde TL’nin değer kaybetmesini engelleyebilmek için, Merkez Bankası tarafından faiz oranları artırılmıştır. Bu bir politikadır ve tehdit olarak algılanmamalıdır.
Bu paralelde Mısır Tahrir meydanından bahsedelim. Suriye, Libya, Cezayir, Tunus, Mısır, Suudi Arabistan, Lübnan, Fas, Yemen’de Arap baharı adı altında yaşanan, ve yine İngiltere’de, Amerika’da “Wall street’i işgal et” adı altında yaşanan, yine Londra’daki yağmalamaların bile anlaşılması gerekmektedir. Tahrir’deki bu halk ayaklanmasının yine provakasyon olarak görülmesi, işin kolayına kaçmaktan başka bir şey değil. Toplum’un bu ateşi söndürülmez ise, için için yanmaya devam edip, büyüyerek tekrar alev alabilir.
Unutmayalım ki! kapital güç egoları yüksek tutar. Bu da yöneticileri olduğundan daha sert, dikte eden yapabilir. Halkın tek ihtiyacı, bahaneler üretmeden anlaşılmaktır.