- Sayın Orhan Karaveli ben sizi Galatasaray Ablalar ve Ağabeyler Grubundan tanıyor ve çok seviyorum. Siz çok değerli bir gazeteci ve yazarsınız, sizi sizden dinleyebilir miyiz? - Bu düşünceleriniz dolayı çok teşekkür ederim. 1930 senesinde Ankara’da doğdum. Hayatım boyunca insanlara kötülük yapmamaya çalıştım. İradem dışında, yanlışlıkla birilerini incittiysem özürlerimi bu vesile ile dile getireyim. İnsanlar bu dünyadan gelip, geçiyorlar, bence bırakacakları en güzel şey, kendileri hakkında söylenmiş olan bir çift güzel söz olacaktır. Ben yaşamım boyunca bunu yapmaya çalıştım. İnsanlar bu hayatta bir eser bırakmalıdırlar. Bu eser her zaman büyük bir yapı olmayabilir, herkes bir şeyler bırakabilir. İyi bir evlat, iyi bir eserdir. Bırakılan bir okul, bir kütüphane.... Bunlar iyi birer eserdir. Ben de bir gazeteci olarak ve eli kalem tutan biri olarak, kitaplarımla bir şeyler bırakmak istedim. 80’li yıllarda birkaç çeviri ve iki kitabım çıktı. Bunlardan biri şiir kitabıydı tesadüfen satıldı, bitti. Bende hayret ettim ancak ikinci baskısını yaptırmaya açıkçası utandım. Çünkü ben şair olarak değil, kendi çapında bir gazeteci olarak belki de birazcık yazar olarak tanınmayı tercih ediyorum, bunu istiyorum. Ne derece başarılı oldum bilmiyorum ama 1999-2009 yılları arasında 7 kitabım yayınlandı. - Orhan Bey gazetecilik, yazarlık aşkı nasıl başladı? - Zannederim 5,5-6 yaşlarındaydım benden 5 yaş büyük ağabeyimle birlikte sünnet olduk. Biliyorsunuz çocuklar sünnet olduğunda bir takım armağanlar getirmek adettendir. Bunlarda genellikle kalem, dolmakalem, saat ve birazda yaşına göre oyuncak ağırlıklı olurdu. Bize gelen hediyeler yanlış hatırlamıyorsam, 8-10 tane saat, 10-15 tane dolmakalemdi. O arada Cumhuriyet Halk Partisi’nden ve Demokrat Parti’den milletvekili olan, - oğlu da Galatasaraylıların çok tanıdığı ve sevdiği bir insan Mustafa Balık’ın babası - Hüseyin Balık, klasik hediyelerin dışında bana bir paket getirdi. O paketten bir fotoğraf makinesi çıktı ve ben böylelikle 5 yaşında iken fotoğraf makinesi ile tanışmış oldum. Her şeyin sınırlı olduğu öyle bir dönemde fotoğraf makinesi beni çok etkilemişti. Hüseyin Balık bana; “Sen bu fotoğraf makinesi ile resimler çekersin ve belki onlar bir gün bir gazetede basılır” dedi. Bu sözü hiç unutamadım. Daha sonrasında, Galatasaray Lisesi’nde öğrenim görürken, öğretmenimiz Hafız Nuri Bey kompozisyon derslerinde başarılı olduğumu fark etti. Bir gün gene kompozisyon konusu olarak 1936-37 yılarında meydana gelen bir olayı yazmıştım. Bu olayı, “Bir Ankara Ailesi’nin Öyküsü” adlı kitabımda da paylaştım. Altan Gediz (Altan Sandıkçıoğlu) arkadaşımın Atatürk ile yaşadığı bir olayı kompozisyon dersinde yazdım. Yazdığım yazıyı Türkçe öğretmenimiz Hafız Ahmet Bey, çok beğendi, ve bu yazıyı dergiye yollayacağını söyledi. O zamanlar ‘Afacan’ adlı bir dergi ve dergide ilkokul öğrencilerinin katıldığı bir yazı yarışması vardı. Dergide yazım yayınlandı ve Türkiye birincisi seçildi. Dergiden beni aradılar ve gelin armağanınızı alın dediler. Haber ilk önce babama iletildi, babam heyecanlanıp, Ankara’dan İstanbul’a geldi ve beraber Bâb-ı Âile’ye gittik, Faruk Gürtunca bizi odasına aldı ve bana ‘aferin, ne zaman istersen bu dergi de yazabilirsin’ dedi. İlk teklifi aldığımda 8 yaşındaydım. Armağanım ise iki kişinin zorlukla taşıdığı kocaman bir koli idi ve içi şekerleme doluydu. Armağanımı arabaya koyduk ve okula gidip, bu şekerlemeleri herkese dağıttım. Böylelikle gazetecilikte ilk adımı atmış oldum. - Kısa bir süre içinde oldukça önemli kitaplar yayınladınız ve bunlar hatırı sayılır derecede talep gören kitaplar. Kitaplarınız hakkında neler söylemek istersiniz? - Son yıllarda, az tanınan, özellikle yanlış tanınan insanları acaba daha fazla araştırıp, ortaya çıkarabilir miyim düşüncesiyle kaleme aldım ve peş peşe kitaplar yayınladım. Benim önem verdiğim ilk kitabım “Bir Ankara Ailesi’nin Öyküsü” idi. Bu kitap bir monografidir, bizim ailemizin öyküsü gibidir ama yaklaşık 150-200 senelik bir dönemin, yani Osmanlı Döneminin sonları ile Cumhuriyet Döneminin ilk yıllarından 1960’lara kadar gelen bir öyküdür. ‘Görgü Tanığı’ adlı kitabım benim gazetecilik anılarımdan oluşmaktadır.. Onu ‘Nazım Hikmet’ adlı kitabım izledi. (Ben, Nazım Hikmet ile 1960 senesinde Moskova’da 15 günlük bir beraberlik yaşayıp da hayatta kalan tek insanım. Türkiye’de Nazım Hikmet’i görmüş olan insanlar çok azaldı. Hıfzı Topuz ve Yaşar Kemal, Nazım Hikmet’i Paris’te görmüş olan isimlerdir ancak O’nu Moskova’daki sürgünü sırasında görmüş olan tek gazeteci benimdir) Daha sonra “Sakallı Celal” bunu izledi. Sakallı Celal, Galatasaraylı bir ağabeyimizdi. Türkiye’de bir zamanlar çok ünlü olduğu halde unutulmuş bir insandı. Yeniden ortaya çıktı, Türkiye’de yeniden tanındı ve muazzam bir satış yaptı. 2004 senesi içinde Türkiye’de en çok satan üç kitaptan biri oldu. Bunu “Tevfik Fikret ve Haluk Gerçeği” izledi, sonrasında “Ziya Gökalp’i Doğru Tanımak” ve şimdi de “Ali Kemal”i yazdım. Bu günlerde “Ali Kemal” adlı kitabım gündemde. - Tanıdığınız Nazım Hikmet nasıl biriydi? - Benim tanıdığım ve kitabımda tanıtmaya çalıştığım Nazım Hikmet, Türk Dilinin büyük ustası, çok büyük bir şair olmasının yanında çok büyük bir yurtseverdi. Türkiye ve Türk Halkına son derece bağlı bir insandı. Yazık olmuştur keşke O’na bu kadar ağır hapis cezaları verilmeseydi... Boş yere... Hiçbir belgeye de dayanmadan... O zamanın koşulları içinde 28 sene hapse mahkum edildi ve bunun önemli bir kısmını bir fiil hapishanede yatarak geçirdi ve sonrasında yurdu terk etmeye zorlandı. Nazım Hikmet kaçmamıştır, yurdunu terk etmek zorunda bırakılmıştır. Çünkü ona 50 yaşından sonra Sivas’ın Zara ilçesinde düz askerlik yaptırılmaya çalışılmıştır. Oysa kendisinin ilk bahriye subaylığı çıkışı vardı. İnanın bunları tartışmak istemiyorum. - Son kitabınız ‘Ali Kemal’ basında geniş yer aldı, bu kitabı yazmak fikri nasıl doğdu? - Ali Kemal, hiperaktif, çok iyi yetişmiş Osmanlı aydını ve Türklüğe bağlı bir insandı. İlginç evlilikleri oldu. Romantik kişiliği olan, 14 adet kitabı olan bir insandı. Ama Kurtuluş Savaşı sırasında ne yazık ki, bazı gazetecilerle birlikte yanlış tarafta oldu. Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaşabileceğine inanamadılar. Ali Kemal, inanamamakla kalmadı, Kurtuluş Savaşı’nı baltalamak için gazetelerinde yazılar yazdı. Bana göre çok yanlış yaptı. Fakat savaş, zafer ile sonuçlandıktan sonra yargılanmak üzere Ankara’ya götürülürken, İzmit’ te Ordu Kumandanının teşvikiyle linç ettirildi, öldürüldü. Peki ben niye yazdım? Bir defa bir insanın linç edilerek, öldürülmesini hatalı kabul ediyorum. O adam Ankara hükümetinin amacı doğrultusunda yargılansaydı eğer, yargılanabilseydi, belki de böyle bir ölümle karşılanmayacaktı, çok büyük bir olasılıkla asılmayacaktı. Çünkü İstiklal Mahkemeleri’nde fikir suçu dolayısıyla hiç kimse asılmamıştır. Dolayısıyla Ali Kemal’e bir yerde yargısız infaz uygulanmıştır ki, bu yanlıştır. İki; Ali Kemal’in ömrünün sadece iki-üç senelik bir bölümü dikkate alınıyor ancak geri kalan bölümünde güzel kitapları, güzel romanları var, binlerce başyazısı var, bunlarla da tanınmalı. Üç; Ali Kemal yazarken, onunla aynı çizgide olan başka yazarlarda vardı; Refik Halit Karay, Rıza Tevfik, Refik Cevat Ulunay, Cenab Şahabettin gibi. Bunların hepsi unutuldular, birkaç sene yurtdışında yaşadıktan sonra aramıza geri döndüler. Peki Ali Kemal’in ne günahı vardı da linç edildi, niye ona bu şans tanınmadı. Bugün bakıyorum da, bizim ordumuzu gözden düşürmeye, ikinci Cumhuriyet lafları ile halkın kafasını karıştırmaya, ülkemizi bölmeye, parçalamaya çalışan insanlar var. Artık Ali Kemal’i bir tarafa bırakalım da, günümüzdeki bu mevcut hainlerimiz ile meşgul olalım. Ali Kemal’in olayı öyle bir hale geldi ki, sanki tek hainimiz o idi. Dolayısıyla ben, bir adalet duygusu ile Ali Kemal’in nasıl bir kişi olduğunu anlatmak istedim. Benim Ali Kemal’i temize çıkarmak gibi bir gayretim yok. Ali Kemal o süreçte gerçekten hata etmiştir, keşke bu hatayı yapmasaydı. Acaba bu hata nedeniyle linç edilmesiydi, öldürtülmeseydi, yargılansaydı daha iyi olmaz mıydı düşüncesiyle bu kitabı yazdım. - Adnan Menderes’le bir dönem yakınlığınız olabilmişti, bizlere biraz bahseder misiniz? - Adnan Menderes ile yaşadıklarımı “Görgü Tanığı” adlı kitabımda yazdım.1959 senesi, Türkiye’de bir sona doğru gidişin başlangıcıydı. İhtilale birkaç ay kalmıştı, Türkiye adeta kaynamaktaydı. O yıl Amerika’da, Fider Castro İhtilali’nin (Küba Devriminin) 50’nci yıl kutlamaları vardı. Adnan Menderes’e eşlik etmem için, kendisi tarafından davet edilmiştim. Bu seyahat sırasında aktif gazeteci olarak sadece ben, Anadolu Ajansı muhabiri Faruk Felik (Amerika’da yaşıyor) ve o zaman Basın Yayın Genel Müdürü olan Ajda Burkılıç (Alanya’da yaşıyor) bulunuyordu ve bu kişiler benim söylediklerime tanıktır. Ben Adnan Menderes’in yüzüne bakarak, “Beyefendi bakın daha saçlarınızda bir tek beyaz bile yok (Adnan Menderes 1899 doğumluydu ve o tarihlerde 60 yaşındaydı) ülke için iyi şeyler yapmaya gayret ediyorsunuz biliyorum. Ancak lütfen bu tavırlardan vazgeçin, halkı dinleyin. Günün birinde öyle şeyler olabilir ki, en fazla siz zarar görebilirsiniz” dedim. Şu an düşünüyorum da, ‘bunu nasıl söyledim diye’… Ben bile hayret ediyorum. Adnan Menderes benim bu sözlerime çok sinirlendi. Çünkü kendisinin adeta gökten zenbil ile indirildiğini, Türk Halkının onsuz bir şey yapamayacağına inanıyordu. Bu, zannederim bazı politikacılarımızda var. Özetlemek gerekirse Adnan Menderes, bana demokrasi ile gelen ancak demokrasi ile gitmek istemeyen biri gibi gelmişti ve onun üzerine bu sözleri söyledim. Sözlerimden dolayı çok sinirlenmişti ama bana ‘Türkiye’ye gel birlikte dönelim’ demişti. O an içim ürpererek şunu hissettim; “Koskoca Adnan Menderes’e ‘beyefendi siz hata yapıyorsunuz’ diyen bir kişi bile çıkmamıştı.”. Kabul etmedim, ‘Amerika’da daha işim var’ dedim. Bugün bakıyorum da, buna benzer olaylarla karşılaşıyorum. Türkiye’yi yönetenler, -belki de başka ülkelerde de vardır- hep kendilerini alkışlayan, ‘beyefendi haklısınız’ diyen insanları seviyor. Ben Adnan Menderes’e söylediklerimle adeta ‘Kral Çıplak’ demiş oldum. Benim Adnan Bey’le ilgili böyle bir anım var yer yer anlatırım belki birilerinin kulağına girer de biraz faydası olur diye… - Galatasaray Müzesi yeni binasına taşınıyor bunun hakkında neler söyleyeceksiniz? Galatasaray Müzesi gerçekten Türkiye’nin en zengin müzelerinden biridir. Yakın bir süre önce duyduğuma göre, bir kulüp, bir okul müzesi olarak Avrupa’nın ilk dört, dünyanın da ilk 10 müzesi içine girecekmiş. Son yıllarda bazı kulüpler kendi isimlerini taşıyan liseler kurdular. Ama Galatasaray Lisesi’ni, Galatasaray Kulübü kurmamıştır, kulübü, Galatasaray Lisesi kurmuştur. Galatasaray Kulübü bugün dünyanın bir numaralı Türkiye markasıdır. 1905 senesinde benimde son senemi geçirdiğim 12/A sınıfında Ali Sami Yen ve arkadaşları tarafından kurulmuştur ve bu müzeye ilk armağanlar Tevfik Fikret’in müdürlüğü sırasında verilmiştir. Bunlar zaman içinde birikmiş ve okulda saklanmıştır. Galatasaray müzesinde kupalar, şiltler, belgeler ve resimlerin dışında uzun yıllar Galatasaray Lisesi’nde muhafaza edilen, benim de tahsil hayatım boyunca gidip, gördüğüm Atatürk’ün üstüne bindiği ve kürek çektiği yarış kayığı maalesef kaybolmuştur. Ne yazık ki, nasıl oldu ise oldu o kayık kayboldu. Ben bu konuyu Galatasaray Divanı’nda gündeme getirdim. Çünkü bu kaybolacak tarzda küçük bir şey değildi. İnanılır gibi değil. İnşallah bundan sonra Galatasaray camiasında birileri bu işin üstüne gider ve bu kayığın akıbeti hakkında bilgi verir. Belki de kaybolmadı bir yerde duruyor. Bence o kayık Galatasaray tarihinde, kupalardan, UEFA kupalarından, Süper Lig kupalarından daha önemli. Çünkü o Atatürk’ün bindiği ve küreklerini çektiği bir kayıktı. Ben tahsil hayatım boyunca bütün bu objelerin, bütün alınan kupaların, şiltlerin vs. spor tarihimiz bakımdan bu çok değerli tarihi belgeler kütüphanenin bir bölümünde saklanırdı. Daha sonra okulun girişinin üstünde bir resim salonu vardı orası müze olarak kullanıldı. Sonra Galatasaray’ın ön tarafındaki binalar yıkılıp da yan taraftan geçit verildiğinde oradaki özel olarak hazırlanan yapıya getirilmiştir. Galatasaray’daki seçkin insanlar Ersan Feray ve Vefa Semenderoğlu gibi isimler müdürlüğünü yaptı. Uzunca bir süredir de çok önemli bir Galatasaraylı olan, çok eski bir sporcu olan yazar-gazeteci Ali Oraloğlu tarafından korunmaktadır. Şimdi de yeni binaya geçiyoruz. Galatasaray Lisesi’nin tam karşısında inşaatının bitmiş olduğunu duyduğum eski postahane binası, -orijinalliği korunarak- yeniden yapılmıştır. İnan Kıraç ve eşi Suna Kıraç’a ne kadar teşekkür edersek azdır. Umut ederim ki, burada çok güzel bir müze oluşacaktır. Bu müzede UEFA kupaları, süper kupalar da teşhir edilecektir. Temenni ederim başka kulüplere de bu tür kupalar nasip olsun, bugüne kadar nasip olmadı, sadece Galatasaray’a nasip oldu. İnşallah onlara da nasip olur. Ve artık böyle ciddi bir müzemiz olduğundan dolayı çok mutluyum.