ABD'de 2006 yılından itibaren finans kesiminde başlayan sorunların 2007 yılına tırmanışa geçtiği ve bağlı olarak konut sektöründe belirginleşen sarsıntının genelleşmesiyle beraber dünyanın diğer ülkelerine sıçrayacağı korkusu yaygınlaşmıştı. Gelişmiş ülkelerde başlayan endişe dalgası, enerji kaynaklarında özellikle de petrol fiyatlarındaki durdurulamayan yükselişlerle daha korkutucu bir hüviyet almağa başlamıştı. Böylesi bir ortama küresel ısınmanın etkisiyle dünya genelinde tarım üretimindeki darboğaz da eklenince, 1929 ve/veya öylesi olmasa bile 1971 ekonomik krizi sendromu yaşanır olmuştu. Özellikle Gelişmiş Ülkelerdeki bu endişeli bekleyişin, Gelişmekte Olanlara, bu meyanda Türkiye'ye yansımaması imkânsızdı. Nitekim son yıllarda, gerçekte var olan ve belli kesimlerce yüklenilmiş bulunulan ekonomik durgunluğa rağmen, kısmen disipline edilmiş olan ekonomik bünyenin yeni gelişmelerden yaygın bir şekilde etkilenmesi ise kaçınılmaz bir durum olarak gündeme girecekti. Gerçekte ülkemizde zaten var olan "cari açık" ile onulmaz bir şekilde yıllardan beri süregelen "açık ve gizli işsizliğe" dünya ekonomisindeki yeni gelişmeler, kontrol edilmiş görünen enflasyonun yeniden gündeme girmesine yol açacaktı. Üstelik Türk ekonomisinin en zayıf notası olan "sıcak paranın menkul kıymetler borsasındaki güvenilmez varlığı" en ufak bir hareketle ülkeyi yeniden 1970'li veya 1999-2001 aralığındaki durumla karşı karşıya getirebilirdi!.. Ancak ABD'de başlayan bu olumsuzluklar gerek Amerika'da, gerekse diğer G-8 ülkelerinde alınan çeşitli tedbirlerle şimdilik korkulan boyutlardaki kriz beklentisini durdurmuş görünüyor. Fakat petrol fiyatlarındaki yükselme trendinin bir türlü önlenemeyişi ise, alınan tedbirlerin ne kadar müessiriyet taşıyacağını belirsizleştiriyor. Bağlı olarak G-8'lerin almış oldukları tedbirler içersinde ekonomik olarak İngiltere gibi sorunlarını çözememiş bulunanlar olduğu gibi, Gelişmekte Olanlar arasına Rusya, Brezilya, Çin ve Hindistan gibi ihraç fazlaları dolayısıyla büyüme hızlarında bir gerileme görülmeyenlerin de bulunduğunu belirtmek gerekir. Kısaca dünyanın birçok ülkesinde zaten var olan açlık ve sefalete karşılık Gelişmekte ve Gelişmiş olanların yeni gelişmeler karşısındaki durumlarının, henüz herhangi bir dengede tutunamayan ekonomik tahtıravallinin hareketlerine bağlı olduğu söylenebilir. Türkiye ise kendi iç bünyesinde var olan ekonomik yapı bozukluklarına bir de dünya konjonktüründe ortaya çıkan ekonomik dalgaların getirmesi muhtemel arazları gözetmesi gerekirken, bir de kendine sorun yaratma mahareti içersinde, siyasî krizlerle boğuşmak durumuna sürüklenişi ise bir talihsizliktir. Zira Türk ekonomisinin "dış şoklara en çok açık" ülkeler konumunda bulunanlar arasında var olduğu biliniyor. Yani literatürdeki ifadesi ile "dış kaynak ihtiyacı ve aynı zamanda sermaye ve dış kaynak kaçış oran riski yüksek" anlamı taşıyan ülke konumundaki Türkiye'nin, en basit ifade ile böyle bir durumda siyasî istikrara sahip olması gerekirdi. Gerçekte Türk halkı, istikrar arayışı anlamında, kendinden bekleneni son seçimlerde göstermiş ve bir partiyi, çok yüksek bir oy oranıyla iktidar yapmıştı. Ancak halkına güvenmemekten kaynaklanan bir yapı içersinde krizli ortamlardan yararlanarak fiili iktidarını sürdürmek isteyen belli bir elitin, 1960'lı yıllardan bu yana kendi açmazlarının bedelinin nasıl ödeyeceğinin hesabını yapmayarak, ülkeyi çok yönlü kayıplara mahkûm etmekteki umursamazlıkları devam edecektir. Oysa Türkiye'nin genel sorunları yanında, bir de çözüm bekleyen bölgesel sorunları bulunmaktadır. Güneydoğu ve Doğu Anadolu'nun yıllardan bu yana çözülmeğe çalışılan meseleleri, tarım ve hayvancılık sektörlerinde yapılan bazı hatalarla daha zorlaşırken, son birkaç yıldır küresel ısınmanın da getirdiği yapısal bozukluklarla daha da zorunda vahimleşmiştir. Bu bakımdan Türkiye sosyo-ekonomik açıdan biri genel, diğeri bölgesel kapsamda oldukça sıkıntılıdır. Ki bu iki yönlü nokta-i nazardan da bakıldığında, Mayıs ayın son günlerinde iktidarın gündeme getirdiği GAP Eylem plânı, gecikmiş olmakla beraber, büyük önem taşımaktadır. Türkiye için GAP meselesinin neden öncelikli ve önemli olduğunu belgeleyebilmek açısından, o yörenin içinde bulunduğu durumu açıklığa kavuşturacak birkaç çarpıcı değerlendirmeyi satırlarımıza almakta yarar bulunmaktadır. Bölgenin en önemli şehirlerinden bir olan Diyarbakır, son 20 yılda yaşanılan terör olaylarından dolayı yeni yatırımlara kaynaklık edemediği gibi, bölge yetkililerinin ifadelerine göre, bazı yatırımcıların yöreyi terk etmesiyle de karşılaşmıştır. Yöreye alınan göç %50'ler seviyesindir. Bu, şehir halkının iki kişisinden birinin ya buradan gitmesi veya çevre yörelerden kente gelmesi anlamını taşımaktadır. Şehrin nüfusunun 1,6 milyon kişi, aktif iş gücününse 600 bin kişi olduğu ve iş gücünün %50'nin de işsiz olduğu ifade edilmektedir. Yeşil kart sahiplerine gelince, bir kısmının konuyu istismar ettiği bilinmekle beraber, rakamın 590 bin kişi olması ürkütücüdür. Kent nüfusunun üçte birinin 18 yaş altında oluşu ve bunların ideolojik propagandalar için açık bulunmaları ise ayrı bir sosyal sorundur. Halkın %63'nün tarımla meşgul görünmesi ise işsizliğe, bir de gizli işsizlerin eklenmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Aynı zamanda tarım bölgesi ve kenti hüviyeti içersinden toprağın bazı sorunları vardır ki, bu GAP meselesine daha da fazla önem kazandırır. Halen yörede sulu tarım yapılan arazi 500 bin hektardır ve bu sulanabilir arazinin sadece %4'ünü teşkil etmektedir. Su konusundaki ihtiyacı giderebilmek için sadece Diyarbakır'da 17 bin kuyu faaliyette olup, -ki bunlar bir zamanlar 20-40 m'den su temin ederlerken-, şimdilerde su elde edebilmek için 400m'lere inilmesi gerekmektedir. Ayrıca uygulanmak mecburiyetinde kalınan "salma sistem sulamanın" toprağın verimlilik yapısını bozduğu da ayrı bir gerçektir. Bütün bunlar Diyarbakır veya bir başka şehirde, üç aşağı beş yukarı benzer değerler olarak karşımıza çıkacaktır. Üstelik Güneydoğudaki bu yapısal bozukluklara Doğu Anadolu bölgemizdeki pek çok şehir ve yöreyi de eklemek gerekecektir. Meselâ Erzurum. Buranın da, sosyo-kültürel açıdan Diyarbakır'dan daha iyi durumda olduğu söylenemez. GAP projesi, şu veya bu sebeple gecikmelerle bugüne kadar gerçekleştirilemedi veya tamamlanamadı. Şimdi bahse konu proje belirtildiğine göre "finansman kaynağı belirlendikten ve de takvime bağlandıktan sonra" açıklanmış... Ümit edilir, birçok devlet projesinde olduğu gibi bu hüsran doğurmaz, zamanında gerçekleşen bir kalkınma hedefi olur. Zira belirtildiği üzere, tahakkuku halinde 3,8 milyon kişiye iş imkânı sağlanacak, 27 milyar kw saat elektrik üretimi yapılırken, sulanan arazi miktarı 1,82 milyon hektara çıkacaktır. Bütün bunlar çok önemlidir ve umalım ki gerçekleşir. Ötesi, yani Türkiye'nin diğer sorunları, genel olarak dünya konjonktürünün doğuracağı gelişmelerin neler getireceğine olduğu kadar kendi iç istikrarına da bağlıdır. Bütün bu gelişmelerin Türkiye açısından nasıl bir anlam taşıyacağını ise zaman gösterecektir. Ve Türkiye bütün bunları aşabilecek varlığa sahiptir. Ancak asıl olan Türkiye'nin şu bitmez tükenmez siyasetçi olmayan siyaset heveslisi "elit" muhterislerinden nasıl kurtulacağıdır! İşte bu belli değil!..