Dış ilişkiler açısından bir biri peşi sıra önemli gelişmeler yaşanmaya devam ediyor. Suriye’de rejimin artık ayakta duramayacağına dair söylentiler de giderek yoğunluk kazanmaktaydı. Buna rağmen yaptığı katliamlar dolayısıyla aklî dengesi üzerinde şüphelerin yattığı  ve gider ayak kimyasal silâh bile kullanacağı ihtimali gündeme getirilen Esed yönetimine karşı Nato’dan patriot talep etme ihtiyacını duyacaktık. Nato’nun yaptığımız talebi kabul etmesi öncesi ve sonrasında içeriden ve dışarıdan “ahkâm kesiciler” bunun Suriye’ye karşı değil İran’a ve/veya başka devletlere karşı olduğu düşüncesini yaymaya çalışmaktan imtina etmeyeceklerdi. Öyle veya böyle ama tarih boyunca kan gölü üzerinde iktidarda kalma örneklerine şahit olunmuş dünyamızda Esed’in neler yapabileceğini idrak edememeyi, daha önce Suriye ve Irak’ta yaşananlara rağmen, görmezden gelmeleri sanırım özellikle bizin okumuş-yazmışlarımız has bir anlayıştır! Bir başka noktadan bakılacak olursa, kim ne derse desin, Türkiye dış politikasında Nato nezdinde olduğu gibi uluslararası zeminde bir çok noktada ağırlığını hissettirmektedir.
Bunun en bariz örneklerinden biri Filistin konusunda Birleşmiş Milletler’de yapılan Filistin oylamasında varılan sonuçta katkımız kadar Dışişleri Bakanımızın yaptığı konuşma sırası ve sonrasında aldığı alkıştır. Kimilerine göre, yine hemen her konunun altında aranan buzağı gibi, bu da ABD ile danışıklı döğüştür!.. Fakat şu bir gerçektir ki Türkiye, bana göre, neredeyse yarım aşırı geçen ilişkilerimiz içinde gerçekleştirdiğimiz birkaç istisna dışında, tekrar Amerika’ya rağmen hareket edebilecek inisiyatife sahip olmuştur. Ayrıca üzerinde durulması gereken bir başka husus, Filistin AB devletlerinin önemli bir kısmının da ABD’ye rağmen olumlu oy kullanma ve/veya çekimser kalma yolunu benimsemiş olmalarıdır. Beklenilen veya söylenilense AB üyelerinin menfi oy kullanacakları yönünde idi.. Birleşmiş Milletlerde alınan bu kararın en önemli husus, önce gözlemci sıfatıyla olsa da, Filistin’in devlet vasfının kabul edilmiş olmasıdır. Ki bu özellikle Filistin’in İsrail”in yaptığı “İnsan Hakları İhlâlleri” karşısında yaptığı başvuruları değerlendirme dışı tutan Milletlerarası Ceza Mahkemesi’nin bundan böyle, bir devletin başvurusu kabul ederek incelemek mecburiyetini duyacağıdır. Şüphesiz İsrail, bu Mahkeme nezdinde de, çok yönlü kaynakları kullanarak baltalama çalışmaları yapacaktır ama bunun eskisi kadar kolay olmayacağı söylenebilir. Tabiatiyle BM Genel Kurulunun aldığı kararları bir tarafa bırakınız, B.M. Güvenlik Konseyinin aldığı kararlarını da hiçe sayan ve devlet terörüyle bütünleşmiş İsrail’in bu Mahkemenin kararlarına, aleyhinde olduğu durumlarda, takınacağı tavrın farklı olması beklenemez! Ancak bu defa yıllardır Nazi zulmünün intikamını iktisaden ve siyaseten çeşitli yöntemlerle, sadece belirli kesimlerden alıyormuş görünse de, esas itibariyle bütün insanlıktan almaya devam eden İsrail, görüntü olarak da “mazlum” rolü oynama şansını böyle bir Mahkemenin vereceği kararlarla kaybetme noktasın gelebilecektir. Ötesi kim bilir? Belki bir gün “gün ola harman ola” devranın döneceği gün de gelir! Fakat şurası muhakkak Türk dış politikası neredeyse 2. Dünya Savaşından bu yana, zaman zaman gösterdiği veya gösterebildiği ABD dışı hareket kabiliyetine bir halka daha ekleyebilmiştir. Dileğimiz bunun son ve teklerden biri kurtulmasıdır… Ki böylece Orta doğu, Afrika’da başlatılan inisiyatiflerin daha kolay harekete geçirilebilmesi yanında ABD’nin yörüngesinde ve de AB’nin kapısında bekletilen olmaktan kurtulma yolunda adımlarını geliştirebilsin.

İşte bir başka örnek… Suriye meselesinde Türkiye ve Rusya ayrı ayrı zeminlerde dış politikalarını sürdürürlerken Rusya Devlet Başkanı Putin’in Türkiye’ye yapmayı plânladığı ziyareti şu veya bu sebeple ertelemesi üzerine içimizdeki Fransız aydınlarının, pardon galiba bizim aydınlarımızlar(!) eteklerine taktıkları zille “işte gördünüz mü? Putin Türkiye’ye gelmeyecek”  sevinçlerinin kursaklarında kalışıdır! Bu aklı evvellerin, Türkiye kadar Rusya’nın da Batı devletleri tarafından, aynı zeminde yani “yabancı kültürler” olarak değerlendirdiklerini ve Rusya’nın da beş aşağı beş yukarı benzer iteklemeler içinde olduğunu göremedikleri veya dileklerinin bu yönde olduğundur. Şu muhakkak bu coğrafyada Türkiye ve Rusya, dünlerini geride bırakarak, bugün birbirlerine daha yakın olmak mecburiyetinde bulunan iki ülke durumundadırlar. Üstelik sadece siyaseten değil ekonomik bağlantılar itibariyle de, karşılıklı olarak, birbirleriyle bağlı duruma girmişlerdir ki bazı noktalardaki siyasî çıkarları, düşünceleri veya hedefleri zaman zaman farklılaşsa da, iktisaden birbirlerinden çok uzağa düşemezler. Nitekim Putin’in Türkiye ziyareti sadece bir erteleme hüviyeti taşımış ve bir aylık rötarla gerçekleşmiştir. T.C Başbakanı ile görüşmesi ise 2,5 saat sürmekle kalmamış iki ülke arasında 11 anlaşma da imzalanmıştır. Yani bizim “aklı evvellerin” iç dünyalarından geçirdiklerini matruşka başka zeminlerde gerçekleştiğinden yine kursaklarında kalmıştır.

Bu gelişmeler içerisinde, bir de dedikoduları fazlaca yapılmasına rağmen üzerinde günlük ifadelere dışında gereği kadar durulmadığı kanaatine sahip olduğum Meclisimizdeki Darbeleri Araştırma Komisyonunun 1300 sayfaları bulan 2 ciltlik raporudur. Özetler veya ifadelerden alıntılar şeklinde gazetelerin sütunlarını yansıyan tespitlere şöyle bir göz atıldığında içinde yaşayarak geçtiğimiz günleri hatırlamak ihtiyacını duydum! Ve bu işin ucunun nerelere kadar uzandığının ürpertisini tekrar yaşadım. Esas bütün olanlar, benim için, beklenilmeyen ve olmasının şaşırttığı şeyler değildi. 60”lı yıllardan itibaren bizzat yaşayarak, öncesini ailemiz fertlerinden duyarak ve nihayet tercih ettiğim ilim sahasındaki siyaset araştırmalarım dolayasıyla adım adım tespit ettiklerimin, bir şekilde, gün yüzüne çıkmasıydı!
Sonuç mu? Bekleyip göreceğiz. Acaba yine sütre arkasından, birileri, faaliyetlerine zemin bulmaya devam mı edecekler? Yoksa iyi ve kötü tarafıyla gerçek demokrasi, liderokrasi değil, ülkemizde hayatiyet kazanarak halkın iradesi, bir gün, hâkim olabilme şansını yakalayacak mı!..