Eylül ayının ilk haftasında yine Anadolu’muzun çeşitli yörelerinde seyahatte olacağım. Bu yüzden haftalık yazımı, alışkanlığımı değiştirerek, birkaç gün öne almağa karar verdim. Oysa içinde bulunduğumuz günlerin daha pek çok olaya gebe olduğunu, Pazar gecesi Şırnak’ta yapılan alçakça saldırı âdeta belgelemektedir. Zaten PKK Eylül ayını terörün şiddet kazanacağı bir zemine çekmeğe çalışacağını açıkça beyan etmiştir. Görülen o ki gerek yurdumuzda gerekse dünya genelinde ve Orta Doğu özelinde, yeni endişelere sebebiyet verecek gelişmelerin pek durma temayülü de yok görünmektedir.
Arkada bırakılan haftaya gelince… ABD’de daha bir sertleşme eğilimi gösteren Başkanlık seçim propagandaları yanında, sanırım, en önemli gelişmelerden biri Bağlantısızlar Hareketinin Tahran’da gerçekleştirdiği toplantı idi! Toplantıya damga vuransa; hareketin bir önceki başkanı Mısır’ın demokratik teamüllerle seçilmiş Cumhurbaşkanı Mursi’nin, Tahran’ın Esad yanlı politikasını bilmesine rağmen, konuşmasında açıkça Suriye’de yaşananların bir totaliter hareketin katliamı olduğunu dile getirmesidir. Tahran yönetiminin konuyu tevil etme gayretlerine, basına yanlış bilgi vermesine rağmen Mursi’nin tavrı, İran yetkililerine âdeta bir şamar gibidir. Aksi olsaydı insan ister istemez Mursi’nin şahsiyetinden şüpheye düşebilirdi!.
Bunu dile getirirken ister istemez ülkemizdeki bazı siyasilerin ve özellikle lider seviyesinde görüntü verenlerin, muhalefet yapmak hedefi ile olsa da, Esad yanlısı bir tutum sergilemekte oluşlarını yadırgamamak mümkün değildir. Eğer bu konuşmalar gerçekten sadece muhalefet amaçlı bir değerlendirme ise insan, “eh böyle de olur bizde de muhalefet dediğin” der geçer. Amma bay Kılıçdaroğlu’nun hemen akabinde “Türkiye 1 yıl içinde bütün komşularıyla düşmanlık içinde olacaktır” demeci, sanki eğer biz iktidarda değilsek ötesi tufan ifadesini çağrıştırmaktadır. Üstelik bu temenniyi “yurtta sulh cihanda sulh” sloganı ile bütünleştirmeğe çalışmış olması ise herhâlde bir garabet örneği olsa gerekir. Bir azınlık idarecisi diktatörün ülkesinde yaptığı katliamları bu ifade içinde nasıl olupta değerlendirdiğini sanırım bay Kılıçdaroğlu, konuşmasından sonra kendine de sormak ihtiyacını duymuş olmalıdır!.. Tabiatıyla, işin doğrucası, bu ifadeleri duyunca CHP ve yönetiminin kafalarında acaba başkaca düşünceleri mi var, diye düşünmemize vesile olmaktadır. Bu çokta şaşmamak gerekir. Meselâ bay Kılıçdaroğlu ve ekibi bu düşünceleri “mezhebî” bir aşkla mı dile getirmektedirler? Yoksa bütün bunlar geçmiş yıllardan esinlendikleri ve birlikte hareket ederek iktidara taşındıkları askerî rejimlerin hayalinin şuuraltı tezahürü müdür? Neyse! İçeride Esad ve onun Nusayrî iktidarına arka çıkanların varlığı yanında acı olanlardan biri de “mangalda kül bırakmayan” Batının ne BM’ler nezdinde Suriye’ye gerekli yaptırımlar hususunda, ne de Türkiye-Ürdün ve nihayet Lübnan’da vatanlarını terk eden mülteciler konusunda ciddi tedbirler almaktan kaçınmasıdır ki bize, ister istemez, bir yerde Müslümanların sorunlarının, tıpkı Bosna’da olduğu gibi, eğer çıkar yoksa ötelenebileceğini çağrıştırmaktadır! Kısaca uluslararası camianın samimiyetinin sorgulanmasının gerektiğini hatırlatmaktadır…
Samimiyetten söz edince, içeride, ülkemiz siyasilerinde çokça görülen samimiyetsizliğin, olumsuzdan hareketle, BDP’lilerde zaman zaman iç dünyalarını tezahürü ile samimiyet tarzında gün yüzüne çıktığını tespit etmek mümkündür.. Bu noktada, onları takdir ediyorum dersem, sanrım kimse bana darılmaz! Çünkü tezgâhladıkları kucaklaşma olayında iç dünyalarındakini dışa vurumla teröristlerle paylaştıklarını gülücükler ve koklaşmalar bir samimiyet tezahürüdür. Ve bunu ortaya koymaktan kaçınmamışlardır! Sonra bir başka dışa vurumsa, kafalarındaki hayallerinin hangi hedeflere dayandığını açıkça ortaya koyacak şekilde, Türkiye’nin topraklarının 400km’lik bölümün PKK’nın kontrolünde olduğunu söyleyerek, yalanı bezemenin ustalığı içerisinde, kavillerini dile getirmekten imtina etmemeleridir. Ardından da “ihanet” politikalarının yargılanması için gerekli dokunulmazlıkların kaldırılması hususunda “dokunulmazlıklarımızı kaldırmazlarsa namertlerdir” diyecek kadar şirazesinden çıkmış ifadeler kullanabilmeleridir.
Şimdi görev TBMM’deki milletvekillerimize düşmektedir. Daha önceki yazılarımda da dile getirdiğim gibi ve nihayet Başbakanın da “idrak” ettiği üzere bunların  “milletin vekilliği” ile bir ilgisinin olmadığı, dokunulmazlıklarının kaldırılarak Türk adliyesi karşısında hesap vermelerinin gerektiğinin anlaşılmış olmasıdır. İyi niyetti, görüşmelerdi diyerek ve bugüne kadar sahip olmadıklarını iddia ettikleri konularda açılımlar sağlayarak bir yere varılamadığını, Ateist bir kökenden beslenen PKK müritlerinin gerçek niyetlerinin çözüm bulmak değil, çözümsüzlükten nemalanarak Türkiye’yi parçalamak olduğunu devleti yönetenlerimiz “nihayet” idrak etmiş görünüyorlar. Tabiatıyla bu arayışların, devlet yönetenlerin iyi niyetleri ve tahammüllerini son noktaya kadar sabırla taşımak olduğunu söylemek de mümkündür. Ancak geç anlaşılmasının bugüne kadar çok pahalıya mal olduğu da görmezden gelinemez! Başbakanın “Kürt sorunu yok. Terör sorunu var. Bunlar siyasetçi olmaktan çıktı” ifadeleri neticede, bize göre, geç kalmış bir tespittir. Bunlar dün de siyasetçi olmak hüviyetinden çok, PKK’nın temsilcileri hüviyetine sahip o0lduklarını defalarca beyan etmekten kaçınmamışlardır. Ama sayın Başbakanın bir başka konuşmasında, terör meselesinin bu noktaya gelişinde, vaktiyle 1 Mart Tezkeresinde kendilerinin de tavırlarına rağmen, Parlamentonun almış olduğu farklı kararla bu noktalara geldiğini açıkça dile getirmeleri, demokrasinin, acı da olsa, çoğunluğa uymak mecburiyeti taşıdığını delillendirmiştir.
Ama geçmiş geçmiştir. Şimdi Türkiye PKK-KCK ve BDP üçgenindeki işbirliğini ve hedeflerini dumura uğratmak için iktidarı, muhalefeti ve STK’ları ile bütünleşerek çözmelidir. Yoksa bu vebalin altından hiç kimse kalkamaz…