Değerli okuyucularımın üç haftalık gaybubetimi merak etmiş olacaklarını düşünmüş olmam, muhtemelen, benim iyi niyetimdir! Ama olsun. Yine de var saydığım okuyucularıma bir hesap verme borcum olduğunu düşünüyorum. Her şeyden önce “Çok Şükür” bir hastalığım filan olmadı. Fakat Kasım ayının girişiyle öylesi bir hareketlilik baş gösterdi ki elim, makalelerimi yazmak açısından, bir türlü kaleme varmadı… Şikâyet değil bütün bu ifadeler. Tamamen aksine bu zaman sıkıntısı, yapabildiklerimin veya yapabilmeye çalıştıklarımın bir koşuşturması içine sürüklenmemden kaynaklanıyordu. Üstelik âdeta    kasıtlıymış gibi mazeretlerim tam da yazılarımın hazırlanması gerektiği günlere denk geliyordu! Bu hareketlilik içerisinde neler yapmak durumunda kaldığımı okuyucularıma arz edersem sanırım beni affedeceklerdir.
Önce Mardin ve Cizre seyahatlerim oldu. Üstelik Cizre’de, lise son sınıflara gelmiş, gerçekten çok üst seviyede bilgi donanımları içinde olan 100 öğrenciyle sohbet imkânı bulacaktım. Konuşmam 1 saat kadar sürmüştü ama daha sonra 1,5 saat boyunca öğrencilerin mükemmel olgunlukla tevcih ettikleri sorularla toplantı 2,5 saate ulaşmıştı.  Sohbet gün, eğer Cuma olmasaydı, “ama efendim daha sorularımız var” diyen gençlerle birlikte olma şansımı uzatacaktı… Cizre’den dönüşüm sadece bir günlük fasıla idi. Daha önceden verilen sözler dolayısıyla, Kültür Konseyinin faaliyetleri cümlesinden olmak üzere, bu defa Ordu ve Giresun’a üç kişilik bir heyet olarak hareket ediyorduk. Karadeniz yöresinden dönüşü takip eden günlerde bu defa birisi 2 gün sürecek, diğerleri günübirlik olan üç Edirne seyahati gündeme gelecekti.
Bu seyahatler sürerken Kültür Konseyince sürdürülen “81 İlde Kültür ve Şehir” projesine bağlı olarak yetiştirilmesi gereken edisyon ve redaksiyon çalışmaları araya giriyordu!.. Böylesi bir durumda doğrusu iki tercih arasındaydım. Muacceliyeti olanlar ve haftalık makalelerim! İşin gerçeği başladığım işi tamamlamak hedefini hep ön plânda tuttuğumdan, üzülerek de olsa okuyucularımın affına da güvenerek makalelerimi ertelemeyi tercih ediyordum. Bu yüzden bir türlü de makalelerimi yazmak noktasına gelemiyordum. Ki bütün bu patırtılar içerisinde, bilmem okuyucularımın ne kadarını ilgilendirir ama uzun bir emek mahsulü olan “Demokratikleşme Sürecinde Türk Siyasi Hayatı ve Kemâlizm” adlı çalışmam da Bilgeoğuz Yayınevi tarafından neşredilecekti..
Oysa ABD’deki Başkanlık Seçimleri hakkında yazdığım son makalemden sonra seçimler yapılmış ve beklenildiği gibi Obama kazanan olmuştu. Hatta Amerika’nın dış politikasında İsrail’in oynadığı müessir rolün bir yenisi gündeme gelmekte gecikmemişti. Terörist Devlet yaftasını kaybetmemekte iddiasını sürdüren İsrail, bu defa yine bir takım bahanelerle Gazze’ye saldırarak fiilini gerçekleştirmekten kaçınmamış ve Başkan Obama “İsrail karşısındaki Amerikan’ın sinik politikasına”  kılıf bulmakta gecikmemişti! Halbuki Obama ikinci ve kendisi için son defa Amerika’nın Başkanı olma şansını yakalamış, tabir caizse “kimin umurunda” diyebilecek noktaya gelmişti. Üstelik seçimler sırasında Obama’nın karşısında olmayı gizlemeyen bir lobiye karşıda gücünü ortaya koyabilme şansını da elde etmişti. Ve fakat! İşte mesele burada düğümleniyor. Sadece dünyanın değil Amerikan ekonomisinin de hemen her sahada “ağa babaları” Yahudilerdi! Tabiatıyla Obama gelip geçiciydi amma Demokratlardan, bu güç tarafından çok çeşitli sahalarda olduğu gibi Meclis ve/veya herhangi bir seçimde, alınacak intikam ağır olabilirdi!..
ABD’nin İsrail yanındaki bu taraflı tutumu karşısında, ister istemez aklıma önce Osmanlı’nın İspanyol Yahudilerini engizisyondan kurtarmak üzere yaptığı hareket, sonrasında Hitler’in Alman ekonomisini sömüren bir yapıyı teşhis ile Yahudiler karşı uyguladığı insanlık dışı davranış ve nihayet 2nci Dünya Savaşı sonrasında hem Batılı Devletlerin hem de Yahudilerin çıkarını ortaya koyan ikili oyun aklıma geldi. İkili oyun!.. Evet, İsrail’in kuruluşundaki iki cenahı da memnun edecek olan bir oyunun tezgâhlandığını görmezliğe gelmemek gerekir. Birincisi, Batılı Ülkelerin topraklarında mevcut Musevi topluluğundan sulhen kurtulmaları; ikincisi ise, Yahudilerin kendilerine bir vatan edinmeleridir! Bütün bu olaylar zincirinde ise 2nci Dünya Savaşı sonrasındaki zeminde kurulmuş olan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin bazı filimler sırasında bir kısım seyircinin gösterdiği “haykırma” dışında en çok yaptığının “veto” ile meselelerin çözümünü engellemekte mahir oluşudur. Tıpkı Suriye’de, “Haram” aylarından biri kabul edilebilecek kadar önemli Muharrem ayında Esed ve de ekibinin sürdürdüğü katliamdaki sinikliği gibi!