Bir süre haftalık yazılarınızdan koptuğunuzda, olaylar öylesine üstünüze üstünüze gelir ki! O zaman, bu koşturmacada keşke yazabilecek zamanı bir bulabilseydim sıkıntısını duyuyor yahut yazdığımda acaba hangi konudan başlamalıyım, ikilemini yaşıyorsunuz. Haftalık yazılarımı yazamadığım 15 günde, içte ve dıştaki gelişmeler sürecinde öylesine çok söz söylenecek şeyin yaşanmış olması şöyle bir gözümün önünden geçiverdi! Bir yerden başlamam da lâzımdı. Değerlendirme yapmağa kalktığımda, bugünlerde kamuoyumuzu en çok ilgilendiren konunun Balyoz Davasının sonuçları gibi geldi bana. Buna, biliyorum birbiri peşi sıra yaşanan ve durdurulamayacakmış gibi bir görüntü verilmek istenen terör olaylarını da eklemek gerekecektir. Ama galiba çözümsüzlüğün asıl sebebinin ve ülkemizin temel sorunlarının başında “vesâyet” konusunun yer almakta olduğu gerçeği bulunuyor. Zira diğer pek çok meselenin kökeninde vesâyetin varlığının rol oynadığı açık. Konu çözüme kavuşturulmadan da ülkemizde demokrasinin varlığından, şeklî müesseseler hariç, bihakkın söz etmek herhalde mümkün olmayacaktır. O halde konuya öncelik vermem uygundu..
Ülkemizin demokrasi arayışlarının ilk basamaklarını Meşrutiyete kadar uzatabiliriz. Ancak arayışların “halkın iradesinden” kaynaklanmadığı ve tepeden inmeci bir anlayışın tezahürü olduğu bilinir. Yani daha ilk andan itibaren atılan adımların belli kadrolarca, “biz doğruyu biliyoruz, halk bize inkıyat etmek durumundadır!” diye atılması yanında sosyo-kültürel yapı da dikkate alınmadığından, çoğu hüsran veya başarısızlıkla noktalanacaktır. Tıpkı Cumhuriyetin kuruluş yıllarından itibaren “bu ülkenin sahib-i aslisi Cumhuriyeti kuran bizleriz. Sizleri, cahil halkı, ancak bizim doğrularımız eğitecektir” anlayış ve felsefesinin uygulanmak istenmesindeki gibi… Sonuç çeşitli dönemlerde, çeşitli şekillerde halkın iradesinin bastırılırken çiğnenmesidir!.. Hatırlamak bakımından, İstiklâl Mahkemeleri ile çeşitli ortamlarda gerçekleştirilen tenkil ve tedip hareketlerini dile getirmek bile gerekmez!.. Fakat Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile Serbest Cumhuriyet Fırkasının kuruluş yıllarını ve halkın teveccühünün doğurduğu/doğurabileceği sonuçlara katlanabilme tahammülü göstermeyen zihniyeti ise, en azından, hatırlamak şattır…
Bunlara, çok istekliymiş gibi gösterilse de, öyle olmadığı bilinen ve sonraki olaylarla de teyid edilen, demokrasiye ilk adım 1946 yılını düşünmek insanımıza herhalde acı veriyor olmalıdır. Zira o yıl yaşatılanlar, demokrasi çarkına konulan bir fitil gibidir! Bunun sadece sivil bir vesâyet anlayışından kaynaklandığını dile düşünmek, belki o günlerdeki perde arakası görüntüler bakımından mümkündür ama unutulmaması gereken, Milli Şef eski bir Ordu mensubudur ve askerî cenah “emir erleriyle” ülkenin en müreffeh tabakasıdır! Yani askerî tabanın, bir başka anlamda askerî vesâyet anlayışının “koruma ve kollama” konusunda tepki duyacağı bir zemin yoktur. Vakta ki 14 Mayıs 1950 Seçimlerinde beklenilmeyen sonuç ortaya çıksın…
Askerî  vesâyetin ilk sıkıntılı yılı 1950 dir. Beklenilmeyen gerçekleşmiş ve çarıklılar güruhu iktidar olmak noktasına gelmiştir. Acaba seçimler iptal edilebilir miydi? Dış konjonktür buna pek müsait görünmüyordu. Yeni kurulan Birleşmiş Milletler nezdinde durumumuz kritikleşebilirdi! Böylesi düşünceleri bir tarafa koyacak olursak DP iktidarı, herhalde askerî cenah tarafından Milli Şefe yapılan sunumdan haberdardı ki, atik davranacak ve Ordunun üst kademelerinde önemli bir tasfiye gerçekleştirecekti. Fakat zaman işlerken, 1960’lı yıllara daha varmadan, halkın iradesinin iktidara getirdiği Demokrat Partiye karşı Ordu içinde, 1957 yılında bir ihbarla ortaya çıkan ve ucunun 1950’li yılların başlarına kadar uzadığı cuntacılık çalışmalarının,-bunu bizzat hatırlarını yazan Ordu mensuplarını satırlarında görmek mümkündür,- bilinmektedir. Fakat, halkın reyleri ile iktidara gelmiş olan DP’nin, bir anlamda halkın iradesine olan inancı ve/veya yanlış istihbarat sonucunda darbe ihtimalini kâle almaması, 27 Mayıs 1960 Darbesi ile noktalanacaktı. Bu  kamuoyu nezdinde “askerî vesâyetin” tescili idi! 27 Mayıs 1960!.. Demokrasi müesseslerinin olduğu kadar, halkın iradesinin de katledildiği gündür. Acıdır. Bugün ağladıklarını söyleyenlerin arasında o gün sevinenler vardır!.. Sonrası 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve nihayet e-muhtıradır!..  
Buraya kadar sözü uzattığımın farkındayım. Ama bu gerekliydi. Zira Balyoz Davası durup dururken ve 2000’li yıllarda ortaya çıkmadı, demek istiyorum. Bunun Meşrutiyete, İttihat ve Terakkiye, Cumhuriyetin kuruluş yıllarına ve sonrasında 2000’li yıllara kadar uzanan bir geçmişi bulunmaktadır. Bunu hatırlatmak istiyorum. Şüphesiz 365 üst rütbeli subayın yargılandığı davanın, Yargıtay safhası düşünüldüğünde henüz tam anlamıyla noktalandığı söylenemezse de, -ki bu arada avukatların müdafaaya girmeyerek sekteye uğratmak üzere yaptıkları aylar boyu boykotlara rağmen-, 21 ay gibi kısa bir sürede sonuçlanması, her şeyden önce Türk adalet sistemi açısından şaşırtıcı bir başarıdır. Verilen cezalar için çok, az, yanlış, doğru gibi değerlendirmeler yapabilmek, hukuk sisteminin içinde yer almamış olmayı bir tarafa bırakınız, bizzat yargı makamında bulunarak delillerle hemhal olmadan bir şeyler söylemeye kalmak, bizim düşüncemize göre, abesle iştigaldir. Bu düşüncelerle bu tip ifadeleri “ahkâm kesmek”, yahut da “ideolojik veya siyasî bağnazlık” olarak gördüğümü söylemek isterim.
Benim kararlar hakkındaki düşüncelerime gelince… Aileler açısından üzülmemek elde değildir. Ama ötesi!.. Bizim askerimiz, bizim komutanlarımız darbe yapmazlar, darbeye teşebbüs etmezler, diyebilme noktasında olmadığımı da ikrar etmek mecburiyetindeyim. Çünkü Ordu mensupları subaylarımızın genel eğitimlerinde “devletin sahipliği” ve aynı zamanda bu sahipliğe bağlı olarak “koruma ve kollama görevi” ile bağlı oldukları kafalara işlenmektedir. Bu düşünceden inhiraf edenlerse, kendi içlerinde eğer tasfiye edilemezlerse, meselâ Kâzım Karabekir Paşa veya Rüştü Erdelhun Paşa örneklerinde olduğu gibi, şu veya bu şekilde, bertaraf edilmişlerdir.
Tekrarlamalara gerek yok. Ama geride bıraktığımız Darbeler silsilesinde ağlayan, üzülen ve çırpınan aileler ve de dostlar, hatta halk olmuştur. Bunların sayıları, eğer geriye dönüp teker teker darbeleri sayacak olursak, sayı bakımından bugünküleri kat kat geride bırakacak çokluktadır. Beni lütfen bu noktada affetsinler, bugün mahkûm edilenlerin aileleri, dostları ve onlarla bağı olmamakla beraber dışardan bizler gibi üzülenlerin pek çoğu acaba 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül sonrasında da aynı acıyı ve üzüntüyü duymuşlar mıydı? Yoksa!..
Kısaca ailelerin tabiatıyla acısını duyuyor ve keşke “darbe” düşünce de bile olmasaydı, diyorum. Ama bizim askerimiz, hiç değilse düne kadar, darbe yapmaz, onlar çoğunlukla halkın iradesine saygı gösterir ve demokrasi onlar için de geçerlidir(!), diyemiyorum… Acı ama gerçek olan bu!