Dış politikanın ikili yüzü olduğunu anlamak konusunda acaba bizim dış politikamızın yönlendiricileri ne noktada? Bu soru birden aklıma gelmedi. Türkiye’nin en büyük ekonomik ortağı Almanya Şansölyesi bayan Merkel’le Başbakan Erdoğan’ın gülücüklerle el sıkıştıkları anın fotoğrafını gördüğümde, geçmişi hatırlayarak içimden geçen soruydu bu husus. Nitekim bayan Şansölye Başbakanımıza karşı ağzından geveleyerek de çıksa, Türkiye’nin AB’nin vazgeçilmez parçası olduğu ifadelerinin hemen akabinde Alman Hükümet ortaklarından CSU’nun Genel Başkanı Seehofer’in “Türkler ve Arapların Almanya’ya göç etmelerine müsaade edilmemesi” yönündeki görüşlerine destek verecektir! Bu ikinci ifade gerçekte bir iç dünya yansımasından başka bir şey değildir. Esas itibariyle bilinmesi gerekir ki Alman Hıristiyan Demokratlarının, -burada Alman Sosyalistlerinin samimiyetle iç dünyalarını aksettirdiklerinde farklı düşündükleri vehmine kapılmayalım-, Müslümanların ağırlıklı olarak da Türklerin Almanya’da artan nüfusları karşısında onların da endişe duymakta oldukları açıktır. Yapılan araştırmalara göre Almanya’da birkaç on yıl sonra “büyük koalisyonun” sağ ve sol arasında değil, Alzheimer ile Parkinson Partileri arasında kurulacaktır, demek noktasına bile gelindiği ileri sürülmektedir. Almanya’nın nüfusunun hızla yaşlandığı bilinir. Bu düşüncelerle yukarıdaki görüşü, hoş olmayan bir değerlendirme olarak görsek bile, uzak ihtimal olarak kabul etmek mümkün değildir. Alman makamlarını değerlendirmelerine göre, Alman nüfusunun giderek daha hızlı bir biçimde yaşlandığı ve bu arada doğumların azalmasıyla da eridiği yapılan araştırmalarla ortaya konulmaktadır. Bu noktadan bakıldığında Almanya’nın demografik yapısındaki olumsuz gelişmelerin yakın gelecekte ülke için ağır güvenlik, ekonomik ve siyasî sorunlara sebep olacağı hesaplanmaktadır. Yapılan istatistikî hesaplamalar göre 2030 yılında Alman nüfusunun %30’nun 60 yaşını geçmiş olacağı belirtilmektedir. Ayrıca Alman Federal İstatistik Dairesi tarafından yapılan bir araştırmaya göre, Almanya’da 2000’li yılların başında doğan çocukların neredeyse %22’sinin anne veya babasının yabancı olduğu belirlenmiştir. Almanya’da doğan çocukların dünyanın hemen her ülkesinden gelen yabancılar arasında ise en fazla orana sahip olanın Türkler olduğu belirtilmektedir. Bu genç nüfusun giderek başka ülke çocukları haline dönüşmesi yanında Almanya’da, yine yapılan hesaplara göre, her yıl 4000 civarında Alman Müslüman olmaktadır. Bu araştırma karşısında Alman basını “bu gidişle 2046 yılında ülkemizde Müslümanlar çoğunluk olacak” diye yazarak hükümetlerini ikaz etmeğe çalışmaktadırlar!. Gerçekte haksız da sayılmazlar. Zira çocuk artışlarındaki oran başta Türkler olmak üzere daha ziyade Müslüman topluluklardan kaynaklanmaktadır. Yani Almanların korkusunu çokta boş olarak görmek mümkün değildir. Bu, Almanlar açısından endişeli görünen, gelişmelere başka zaviyelerden de bakanlar bulunmaktadır. Onlara göre, Almanlaştırılmış Mesut’lar veya Podolsky’lerin sayılarının artacağı, hatta bu gelişmeler karşısında melezleşmiş bir yeni Almanlık doğacağı, bununsa ülkenin gelişmesinde fayda doğuracağı ileri sürülmektedir! İddianın çıkış yolu ise daha çok maddeleşen insan tabiatı ve dünya görüşüne bağlanmaktadır!.. Bütün bu çatışan, fakat aynı zamanda vakıa olarak gerçekleşme karşısında Almanların ve de AB müntesiplerinin, Avrupa’da genişleyen Müslümanlık olgusu yanında Türkiye’den kazanım hanelerine sokmuş oldukları Gümrük Birliği uygulaması da dikkate alındığında, ülkemizi AB’ne alacaklarını beklemek sanırım büyük bir safdillik olur. Bunu sanırım sn Başbakan Erdoğan da tespit etmiş bulunmaktadır ki AB ülkelerinin önde gelen ülkelerin liderlerini son beyanatlarında, anlamak istemeyeceklerini bilse de, oldukça sert ifadelerle uyarmağa çalışmaktadır. Kısaca dış politikada, özellikle asırların getirdiği kültürel ayrışmalar içinde, samimiyet ve dostluk değil ülke çıkarlarının ve ulusal gerekliliklerin öne çıktığı ve/veya çıkacağı, bu yüzden konuşmalar ve gülümseyen yüzlerin arkasında başkaca gerçeklerin bulunacağını bilmek yeterlidir. AB mi? Şimdilik onu bir tarafa bırakalım. Ama şu 2’nci Dünya Savaşı sonrasından beri büyük dostumuz olan ABD’ye bir bakalım. Kıbrıs meselesindeki Uluslararası anlaşmaların sağladığı haklılığımıza rağmen ambargoyla başlayan dostane(!) davranışlarını, sonra iki de birde başımıza sarmağa çalıştıkları Ermeni meselesindeki tavırlarını unutsak veya bir taraf koysak bile, İsrail’in şu son ülkemizin ve hatta kendi vatandaşlarından birini öldürdükleri terörist hareket karşısındaki davranışları herhalde bir şey çağrıştırıyor olmalıdır! İsrail’in Mavi Marmara gemisine karşı yaptıkları terörist baskının B.M. nezdinde tasvip görmesine, Güvenlik Konseyi ve de Genel Kurulda kınanma kararının alınmasına rağmen buna karşı çıkan devletlerin başında ABD dostumuzun(!) bulunmasını fazlaca yadırgamamak noktasındayız diye düşünüyorum. Zira başta ABD olmak üzere Dünya iktisadî hayatının ve sermaye hareketlerinin, görünmezlik zırhı içinde olmakla beraber, bilinmesi gereken gerçek aktörün Yahudi kaynaklı olduğudur. Yani özellikle dünyanın hâlâ Hâkim Ülkesi hüviyetini henüz tam anlamıyla kaybetmemiş bulunan ABD’nin malî ve iletişim kaynaklarının temelinde Wallstreet’in Musevi hüviyetli unsurlarının bulunduğunun unutulmaması gerekir. Yani ABD’de iktisadî, siyasî veya ekonomik güce erişmek için başvurulacak ilk merkez üs Wallstreet’tir! Ayrıca olayı biraz daha geniş boyutlara doğru kaydırmak gerekirse hemen bütün dünyanın iktisadî ve malî yapısındaki asıl faktörün oralardan hareket kazananlarca yönlendirildiği görülecektir. O yüzdendir ki başta ABD ve AB’liği İsrail’in sınır tanımaz ve B.M.’ler kararlarını hafife, hatta hiçe sayan davranışlarına, şekilci tepkiler dışında, meselâ İran’a karşı uyguladıkları ambargolar da olduğu gibi, tavır koyamamaktadırlar. Oysa benzer tavırları meselâ biz Türkiye olarak sergilemeğe kalksak, tabii bizim içerdeki sömürge aydınları öncelik alırlar ama Batılıların da herhalde başımıza taş yağdırmadıkları kalır! Hadi Mavi Marmara meselesini şekli olarak da olsa kınar göründüler ama ya İsrail’in son “Vatandaşlık Yasasına” koyduğu bağlılık yeminini karşısında neden sus pus oluverdiler? Çünkü kendileri de, aşağı yukarı benzer asimilasyon uygulamaları ile başta ekonomik sonra siyasi çıkar önceliğine sahiptirler. Bizlere gelince. Önce kendimize gelmemiz, büyük ve güçlü bir devlet haline gelmemiz gerekir. Sonrası ise önceliği komşu ülkelerde olmak üzere sosyo-kültürel zıtlaşmalar içinde bulunulmayan geniş bir sahada dış politika hareketliliğine sahip olmaktır. Ancak unutmamak gerekecektir ki dış politikanın temel yapısına tahtıravalli dengesi hâkimdir..