Günümüzün çalışan profili çizilirken, kariyer planlamaları ve çalışan memnuniyeti üzerine danışmanlık hizmetleri veren kurumların, öncelikle altını çizdiği konu mutlu çalışanların oluşturulması.
İşine dört elle sarılan, devamlı gülen, çevresiyle uyumlu, çalışan profilleri çizilmekte, başarının anahtarı olarak gösterilmektedir. Buna da sanırım kimsenin itirazı olmaz. Bunlar tabii ki default, herkesin görmek istediği, çalışanların ise içinde bulunmak istediği bir ortam.
Maalesef günümüzde çalışan nufüsümüzün çoğu mutsuz. Geçim kaygısını, her geçen gün, biraz daha fazla hissetmesinin yanında, verimlilik çalışmaları çerçevesinde, iş yükünün her geçen gün biraz daha artması ve bu sebeple ailelerine ve kendine daha az vakit ayırabilmesi sebebiyle mutsuz.
Sadece Türkiye değil, tüm Dünya çalışanları %80’i yoksulluk ve mutsuzluğa zorlanıyorlar. 2002 yılında johannesburg’ta “Sürdürülebilir kalkınma için dünya zirvesi” yapıldı. Bu zirve yoksul nufüsun çaresizliğini ve açlıkla mücadele veren insanları konu almaktaydı. Toplantılarda bir çok eleştiriler ve fikirler çıksada, hiç biri sonuçlanamadı. Yani Yoksulluğun gittikçe artacağı ve iyileşme imkanı görülemiyordu.
Mutluluk ve mutsuzluk, esnemek gibi çok hızlıca yanındakilere bulaşabiliyor. Mutluluğun bulaşmasından eminin kimse rahatsızlık duymayacaktır. Mutlu çalışanların, işyerinde çalışma performansları, yapılan istatistiklerde görülüyor ki çok yüksek.
Asıl problem mutsuz çalışanların öncelikle kendine, işverene ve kurum’a verdikleri zararlar. Mutsuz çalışanların verimli olması çok zor, bunun yanında ürettikleri ürünlerinde hatalı, müşterisini memnun etmeyecek kalitede olması da yine mümkün. Bu da kurum’un kazancının düşmesini ve işveren mutsuzluğunu beraberinde getirecektir. Mutsuz işveren’in ise, çalışanlara faydası olamayacağından, bu mutsuzluk döngüsü her geçen gün birbirine dolanmaktadır.
Belki de mutsuzluğun temelinde şu karmaşa yatmaktadır. Daha iyi bir yaşam için mi çalışıyoruz? Yoksa çalışmak için mi yaşıyoruz? Bu sorunun cevabını kendi içimizde yanıtlayabilirsek, hedeflerimizi, plan ve programımızı da bu doğrultuda yapabiliriz. Bu da huzur ve beraberinde mutluluğu getirebilir.
Bunların tamamı tabii ki kendi içimizdeki çelişkilerimizden doğmaktadır. Asıl problem dünya patronları tarafından bize dayatılanların ve aldıkları kararlar neticesinde çelişkilere düşmemizdir. Bizim taleplerimiz ile onların taleplerinin birbirine ile çelişmesi sonucu yaşadığımız çaresizliklerdir.
Konuyu 2002 yılında yapılan zirvenin hemen ardından, Nezih Uzel’in zirve’de yaşananlar ve konuşulanlar hakkında görüşlerini paylaştığı yazısından bir alıntı ile bitirmek istiyorum.
“Güney Afrika’da Johannesburg’da toplanan dünyayı fakirlikten kurtarma zirvesi’nde işlerin üç gündür ağır gitmesinin nedeni, sadece kapının önünü dolduran azgın kalabalığın gürültüsü değildir. Olayın içinde yapısal bir çelişki var. Bu toplantıda bir araya gelen 104 ülke arasında en zenginler sayılan G-7 ülkeleri de yer alıyor. Başını ABD’nin çektiği bu grup, fakirlik nedir bilmediği için dünyanın fakirlerine yarar kararlara pek yüz vermiyor. Ayrıca arzın gittikçe ısınmasına karşı, etkin bir önlem olan Kyoto anlaşmasına da sırt çeviriyor. G-7’nin diğer ortakları da ona uyuyorlar, ayrıca herşeyleri petrole endekslendiği için güneş ve rüzgar enerjisi gibi lafları da duymak istemiyorlar... Dünyayı batıranlarda işte tam bunlardır.”