Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının nedeni, milliyetçi ayaklanmalar değil, silahlanmaya ayrılan pay ve Sovyet ekonomisinin bu yükü kaldıramamasıydı. 1980’li yılların sonunda, Gorbaçov tarafından, glasnost ve perestroyka politikaları uygulanarak, SSCB’nin ekonomik ve siyasal sorunları çözümlenmeye çalışıldı ancak başarılı olunamadı. 
Rusya’nın 1991-93 yılları arasında izlediği siyaset, “tecrit politikası” olarak açıklanmaktadır. Ancak, durum bunun tam tersidir, ülke kademeli olarak dış dünyaya kapılarını açmıştır. Bu dönemde,  Batı ile sıkı bir işbirliği içine girilmiştir. Bununla beraber, uygulanan politikalar neticesinde, halkın yaşam standartlarında bir iyileşme olmamış, halk daha da fakirleşmiştir. Atlantikçi görüşe sahip olan Yeltsin, Rusya’nın Marksist tecrübeden çok çektiğini ve Batı’nın demokrasiye ve piyasa ekonomisine giden yolunu takip etmeye kararlı olduğunu, ifade etmiştir. Avrasyacı görüşü savunanlar ise, Rusya’nın çıkarının Doğu’da olduğunu vurguladılar. Bu amaçla, Türk Cumhuriyetleri ve diğer Asya devletleriyle yakın ilişkiler kurulmalıydı. Rusya, iki kıta üzerinde ve dünya siyasetinde söz sahibi olmalıydı. Bu grubun üyeleri komünistler ve aşırı milliyetçilerdi. Neticede, Bahar 1994’te, Batı ile ortaklık fikrinin yerini, jeopolitik konuları içine alan “milli çıkarlar” fikri aldı. Primakov, “stratejik ortaklık öldü” dedi. Avrasyacılık, silahlı kuvvetler, askeri-sanayi yapı, petrol ve gaz lobileri, kolektif tarım grupları ve eski KGB bürokratları tarafından desteklendi ve güçlendirildi.  Rusya’nın yeni doktrinini, Boris Yeltsin 2 Kasım 1993’te açıkladı. Buna göre, Rusya hiçbir devleti düşman olarak görmüyordu ancak, yerel savaşlar, yurtdışında yaşayan Ruslara karşı ayrımcılık ve Rusya’nın güvenliğini tehdit edecek bir askeri genişleme, potansiyel tehlikeler olarak görülecekti. Sonuç olarak, Rus askeri güçleri, tehditlere karşı mobil güçler oluşturacaklar, BDT ülkelerinde ve Rusya dışında kuvvet konuşlandıracaklardı. 1996 yılı içerisinde Rus askeri eliti “yeni bir askeri doktrin” üzerinde çalışmaya başladılar. 17 Aralık 1997’de, Yeltsin, Rusya Federasyonu’nun Güvenlik Konsepti”ni imzaladı. Rusya, bir dünya gücü olduğunu ve BDT ülkelerinde askeri güç konuşlandıracağını, açıkladı. Rus askeri gücünün yenilenmesi ise, en büyük amaç olarak ortaya konulmaktaydı.  Bu yeni doktrinle, Rusya’nın nükleer caydırıcılığı arttırılmıştır. 1993 doktrini ile kabul edilen, saldırıya her zaman nükleer silahla karşılık verileceği fikri, 1996 Askeri doktrinine de geçmiştir.  11 Eylül olaylarının ardından Rusya ve tüm yakın çevresi, ABD’nin teröre karşı savaşına destek verdiler. Ayrıca, Bağımsız Devletler topluluğu bünyesinde işbirliği ve bütünleşmeye önem verildi. 2000 yılı askeri doktrininde, Rusya’nın hukukun üstünlüğüne önem vereceği ve tek kutuplu-dünya kavramının reddedildiği, vurgulandı. 2003 askeri doktrininde, Rusya’nın nükleer caydırıcılık kapasitesinin tüm müttefiklerini de kapsayacağı, açıklandı.
2010 yılında yayınlanan belgede ise, NATO’nun genişlemesi ve küresel aktivitelerde bulunması, Rusya ve müttefiklerinin topraklarına yakın yerlerde askeri güçlerin konuşlandırılması, bu bölgelerde istikrarsızlık, stratejik füze savunma sistemlerinin konuşlandırılması, Rusya ve müttefiklerinden toprak talepleri, kitle imha silahlarının yayılması, nükleer silah sahibi ülkelerin sayısının artması, silahların sınırlandırılmasıyla ilgili antlaşmaların bozulması, BM misakı çiğnenerek, Rusya’ya yakın bölgelerde askeri güç kullanılması, uluslararası terörizmin yayılması, etnik çatışmalar, uluslararası radikal grupların Rusya ve müttefiklerinin sınırlarına komşu bölgelerde aktif hale gelmesi, ayrılıkçılık, önemli tehditler olarak belirlendi. Yeni askeri doktrinde,  Rusya’nın nükleer gücünü geliştirmeye ve modernleştirmeye devam edeceği, belirtildi. 
Şimdi, Rusya’da ana tartışma, Rus askeri gücünün modernleştirilmesi üzerinde dönmektedir. Rusya’nın yeni, üst düzey teknolojiye sahip şirketlere ihtiyaç duyduğu, vurgulanmaktadır. Son yıllarda savunma sektöründe harcamanın çok arttığı ancak askerlerin yaşam koşulların düzelmediği ve askeri malzemenin kalitesinin ve üretim kapasitesinin iyileşmediği belirtilmektedir.