Kadın olmak Allah’ın yarattığı varlıklara yüklediği en onurlu özelliklerden biri. Oysa kadınlar ülkemizde bir satırın sonu gibi.  

Bugün 8 Mart Dünya kadınlarının günü, kadına özel bir günü yaşamak varken içim susuyor, gözlerim konuşuyor. Kadın çoğunluğun eliyle geldiğimiz noktada yaşananlar sebebiyle ben bana suskun, ben hemcinslerime küskün kaldım. 

Ne zaman bir şarkı duysam,  içinde hep kadın vardır. Ya âşık olunmuştur, ya sevgiliyi terk etmiş/terk edilmiştir,  ya da platonik bir aşkın konusudur. Kimi zaman anneliği anlatılır,  kimi zaman üstün özellikleri. Bazen ağıtlar yakılır kadınlara, şarkılar söylenir;  gün gelir baş tacı yapılır, gün gelir ayaklar altındadır. Bazen de sonu ya ölümdür ya da töreden kaçıştır. Dört duvar arasına sığdırılmış bir yaşama mahkûm edilmişliktir. Hayatının sayfalarını ağır ağır çevirmektedir, ne yana dönse çaresiz bırakılmıştır töre kadını.

Şiddet uygulayan,  öldürmeye meyilli töre uygulayıcı kalplerin kangren olduğunu ve ruhlarının paslanarak en büyük hastalığa yakalandığını görüyoruz.  Böylesi hastalıkların ilacı yok, dermanı kendilerinde. Töre; güç kontrolünün kendisi olduğuna göre, uygulayanların ekmeği hep yağlı, töreye maruz kalanların ise canı hep mermi ucunda. 

Uzun süredir,   üzerlerindeki baskılar ve çektikleri acıların sonunda yaşadıkları olumsuzluklarla tek başına mücadele ediyor kadınlar. Zaman içinde mutlu gördüğüm kadınlarla soldurduğum keşkelerim yok yere öldürülen kadınları görünce canlanıyor ve yeniden yerleşiyor dilime. Yaşanan olaylar karşısında okuduklarım, yazdıklarım, söylediklerim bir anda gerçekliğini yitiriyor. 

Yaşadığımız yüzyılda dahi töre uygulayıcılarının ortamda vücut bulması ve herkes için geçerli olan hukuk kurallarını değil de kendi yazdıkları gizli anayasalarını kullanmaları; bu yüzden şiddet gören hatta yaşama hakkı elinden alınan birçok kadının varlığı ülkemizin ne denli geri olduğunun da adeta kanıtı gibi.  Namus temizleme  adı altında işlenen cinayetlerde bireysel onur yerine toplumsal onurun ön planda tutulması yaşanan çelişkilerin anahtarı. Her kadın kendi namusunun bekçisi iken, birilerinin kadınların namusunun bekçiliğini yapması ve ardından iffet karmaşası içinde işi cinayet işlemeye kadar götürmesi toplumsal baskının sonucudur. Erkek egemen toplumlarda kadına yaşatılan kaos ruhsal yaralanmaları da beraberinde getiriyor. 

Türkiye'nin gündemini işgal eden töre cinayetlerinin en çok Şanlıurfa’da işleniyor olması da düşündürücüdür. Şanlıurfa’da işlenen cinayetler Türkiye bütününde işlenmiş sayılmalıdır. Eylemsiz kalınan her günde herkesin, hepimizin  her öldürülen kadın cinayetine karşı vicdani  sorumluluğu var. 

Ataerkil toplumlarda onur, erkeğin her zaman güç kullanma potansiyeli olarak görülüyor. Belli bir hayat biçiminin devamını sağlamak için, hukuk kurallarının hiçe sayıldığı,  geleneksel kuralların geçerli olduğu topluluklar kadını köle olarak kullanıp gerektiğinde de acımadan öldürebiliyor.  Allah korkusunun zihinlere kazındığı zamanlarda Allah’ın verdiği canı kulun alması vicdanların kalplerden söküldüğünün de göstergesi. 

Kadınlara yönelik uygulanan şiddet, sadece fiziksel şiddetle sınırlı kalmıyor. Sözel, duygusal ve ekonomik şiddet gören kadınlarımız da küçümsenemeyecek kadar çoğunluktadır. Önceleri küçük tartışmalarla başlayan geçimsizlikler zamanla yerini kavgaya bırakıyor. Kadının kendisine olan özgüvenini yok etmek isteyen erkek sözel şiddet uygulayıp onur kırıcı sözlerle kadının kendisini kötü hissetmesini sağlıyor. 

Ekonomik olarak erkeğe bağlı kadınlar ise hareket alanının kısıtlılığı sebebiyle sessiz kalmayı ve kendisine uygulanan şiddeti sineye çekmeyi seçiyor. Bu yolun açık olması erkeği fiziksel gücü dışında diğer anlamda da güçlü kılıyor. 

Erkeğin eğitim düzeyi ne olursa olsun, sosyal statüsü, ekonomik seviyesi ve diğer etkenler şiddeti önlemeye yetmiyor yazık ki. Uygulanan şiddet ruh sağlığını olumsuz etkiliyor, sonuçta sağlıksız nesillerin yetiştiği yarı çorak bir toplum oluşuyor.

Erkekler tarafından şiddete uğrayan kadınlara korunmaları için sağlanan haklar konusunda ülkemizde yetersiz kalan kanunlar,  cezai yaptırımlarda da adeta hafıza kaybına uğramış gibi. Erkeklerin yoğunlukta olduğu meclisten milletvekili maaşları ve kendi menfaatlerine uyacak yasalar yıldırım hızıyla çıkarken, kadına dair yasalar kaplumbağa yavaşlığında kalıyor. Şiddete maruz kalan kadınları koruyacak yasaların yeterli olmaması ve sığınma evlerinin yok denecek kadar az olması şiddetin yolunu açıyor. 

Çıkmayan ve mecliste bekleyen yasalar demlenmeye bırakılan ama içilmek istenmeyen çay gibi. Şekersiz ve kaknem. Yasaların geciktiği her gün kadına yönelik işlenen cinayetlerin baş aktörü meclisteki vekiller olacaktır. Her kadının ölürken yeryüzüne bıraktığı mahzun bakışları görevde olan milletvekillerinin içine oturacak Yasalar sahnelenemeden sahneden inerlerse günahı vebali de boyunlarına olacak.

Bugün törelerin uygulandığı toplumlarda,  kadınlar zimmetlenmiş ölümlere. Yaşamlarının üzerine bir bardak su içip ardından timsah gözyaşlarını dökenler başımız sağ olsun derken yaptıklarının sorumluluğunu taşımaktan çok uzaklar.

Yapılan her haksızlığın karşısında eylemsiz kalmak suça ortak olmakla eş değer. Kadın,  erkek ayrımı gözetmeden özgürlük türküsünün hep bir ağızdan söyleneceği mutlu günlere atılsın adımlar.

Cumhuriyet ile kazanılmış haklara sahip olmakla sahip çıkmak arasındaki ince çizgide; Dünya Kadınlar Günümüz kutlu olsun.