Sessizlik ve hep sessizlik…
Hırlayan bir ölüm sessizliğinde Türkiye.
Oynanan oyunların değişmeyen yüzüne inat sessizlik dans ediyor susanlarla. Her tarafta kıvılcım var, ateş olup yakması için heyecan verici nakaratlar tacize devam ediyor.
Toz haline gelmiş bir gelecek kaygısı şimdi başrolde…
Toplumun her kesiminden insanların elini başının arasına alıp düşündüğünü görüyoruz çok zaman. Kim bilir akıllarına hangi düşünceler yapışıyor ve söküp atamıyorlar, boğulur gibi hırıltılar çıkarıyorlar, tıpkı kocaman bir okyanusa atlamış kurtaranı yok gibi…
Oysa esaret altında olduğunu ve geride bıraktıklarını bir daha asla hayatına koyamayacağı içindir vatandaşın çıkardığı hırıltılar. Adım adım kaçtığı, kimi zaman koştuğu kimi zaman da sustuklarıdır onu bu hale koyan.
Başka ülkelerde şans arayan gençlerin çokluğu ihtiyarlatılmış Türkiye’nin ayran gönüllüğünü işaret ediyor.
Gece yarısının muazzam aydınlığında bir düş görüyor Türkiye. Yalnızlığı uzağına değil, yanı başına çömeldi hem de dizlerinin dibine… Suriye politikasının başına getirdiklerini kırk yılda üstünden atamayacak durumda.
Bugün Türkiye’deki alkışların, pohpohlamaların, yalakalıkların, yandaşlıkların büyük kesimi memnun ettiği gerçeğini yaşasak da mehter marşı ile gelenlerin İzmir marşıyla gönderileceği ve yalan olan gerçeklerinin bir balon misali söndüğünü ve halktan saklananların artık saklanamadıklarını görüyoruz. Çünkü sonun başlangıcında olan Başbakan agresifleşmeye etrafındakileri kırıp dökmeye başladı. Farkında aslında olup bitenin, fakat gururuna yedirip gözler önüne seremiyor hatalarını bir film gibi. Artık toplumun bütün kesimlerinden çıkan sesleri susturmak için yeniden ordu kurmak zorunda hissediyor kendini Başbakan. 
İçerideki ordu hiç de sevmediği kendinden büyük bir liderin ordusu. Mustafa Kemal’in askerleri dışarıda olsalardı, bugün Başbakan bu kadar rahatça parmağını gözümüze sokabilir miydi?
Kişi, kendinden bilirmiş kopan fırtınaları. Daha önce deli rüzgâra açtığı yelkeni başkası kapatmaya çalışınca siniri tavan yapıyor, kendi başına sabretmeye mecbur bir hale gelince gece yarısı yasaları çıkarıp tam ortasında kalıyor ardı sıra gelen hataların. Muhalefetin itirazları, halkın tepkisi büyüdükçe yolunda engel gibi görüyor özgür söylemleri.
Tam da hedefe doğru ilerlerken nereden çıktı bu ayrık otları diye düşünmeye başlıyor siyasetin halifesi. Onun bu durumu aklıma şöyle bir hikâyeyi getirdi.
Bir ayrık otu toprağından koparılıp bir eşeğin semerine takılı kalıyor ve yedi yıl boyunca orada yaşıyor. Gel zaman git zaman bir yolculuk esnasında eşeğin semerinden düşen ayrık otu toprakla ve suyla buluşuyor ve başını gökyüzüne kaldırarak “Yarabbi şükürler olsun az daha ölecektim” diyor. Ayrık otu toprağa kök salınca başlıyor etrafındaki güzellikleri de yapraklarıyla sarmaya ve yok etmeye, öyle bir zaman geliyor ki asıl yerin sahibi bitkiler yaşayamaz hale geliyor ve toplanıyorlar bir araya diyorlar ki; “Ayrık otu sonradan geldi, biz hep buradayız. Söyleyelim ona ya kendini toparlasın ya da bu toprağı terk etsin.” Gidiyor bütün bitkiler ayrık otuna ve düşündüklerini söylüyorlar; Ayrık otu bitkileri dinliyor ve gayet pişkince cevap veriyor; “Benim rahatım burada iyi, beğenmeyen varsa o gitsin.” 
Şimdi Başbakan kendi istediği Türkiye’yi yaratmaya çalışırken rahatsızlıkları olanlara “Beğenmeyen gitsin” diyor. Bugün Türkiye’ye ince ayar çekiyor Başbakan ve tayfası, Türk insanına ayar çekemeyeceğini iyi biliyor.
Kendi istediği Türkiye’yi yüzde elli desteğe güvenerek kurmaya çalışırken, Atatürk’ün kurduğu Türkiye’yi diğer yüzde ellinin koruyacağını unutuyor.