Başbakan Erdoğan'ın Balkanlar ziyareti sonrasında ASKON'da yaptığı toplantıdaki konuşmayı dikkatle dinledim.Bir taraftan haklı olarak AKP'nin kapatma davası konusundaki tutarsızlıklara vurgu yaparken ülke içinde ortaya çıkan gerilime temas etmek gereğini duydu.Neden gerilim çıkmıştı ve son günlerde bu gerilimi ortadan kaldırmak için yapılan girişimlerde neden sadece kendileri muhatap alınmamaktaydı? Kendilerinin "uysal koyun" olmadığı tarzındaki avami tabiri bir tarafa koyacak olursak bir küçük parantezi açarak Sn.Başbakanın bu konuda söylediklerine katılmamak mümkün değildi.Zira gerilimin temel yapısında sadece AKP değil bu işin ustası CHP, medya hükümranlıkları ve oligarşik yapı nomanklaturası bulunmaktaydı. Ama AKP yönetimi de bundan tamamen ari değildi. İsterseniz bir hatırlatma yapalım. Anayasa değişikliği konuları görüşülürken, birden türban meselesinin hemde İspanya'dan gündeme sokulmasına bir anlam vermek mümkün müdür? Ayrıca devlet adamlığı, doğacak olayların önceden tespitindeki basiretle bağlantılı değil midir!. Öyle ki türban konusundaki ilk başkaldırımın YÖK'ten geleceği ve YÖK' ün bugünkü kadro yapısının da nasıl olduğu bilinmesine rağmen! Oysa bilinen gerçekti ki, Haziran ve Eylül aylarındaki yenilenmelerle YÖK'ün bugünkü yapısı büyük oranda değişecektir. O halde İşte bu noktada insanın aklı karışıyor!... Acaba biz gerekli adım attık ama "ne yapalım ki!" zemininde bir oya tahvil oyunu mu oynanmak istenmişti? Ama işin neresinden bakarsanız bakınız, CHP'nin ve onun zihniyetinin bulunduğu bir zeminde huzursuzluğun ve gerilimin olmaması, hiç ama hiç düşünülmemelidir.CHP ve zihniyetini iyi tanımak gerekir.Bu örgüt kendini ülke içinde "sahib-i asli" kabul etmekte ve kendi dışında kalan halkı, idare edilmesi gereken ikinci sınıf zümre mesabesinde görmektedir.Ve bu yeni bir tutum olmayıp, demokrasi denemelerinin her mağlubiyeti sonrasında gizlenmişin deşifre olmasıyla saklanamayan bir gerçektir.Tekrar tekrar söylemeye gerek var mıdır bilmiyorum! Kısaca Türkiye'deki gerilimleri irdeleyebilmek açısından CHP'nin muhalefet tarihine bakmak ve bu seyri incelemek kâfidir. Önceleri ellerinde bürokrasiyi kullanmak ve basın yoluyla yaygara koparma güçleri vardı. Buna 1950'li yıllarda birde fısıltı gazetesini ilave etmişlerdi... 1960 darbesinde ve sonraki darbelerde hep bu yöntem kullanılmıştır.Buna zaman zaman müessir oldukları Sivil Toplum Örgütlerini de dahil etmişlerdir. Ancak kullanılan asıl organ sözlü, yazılı ve görsel medyadır. Gerilim uygulayıcıları ise bürokratik yapı, adı zinde güçler olarak nitelendirilen bazı güçlerdir.Sonuçsa, çoğu defa darbelerle alınmağa çalışılmıştır. Kısaca CHP geleceğini, hep gerilimler doğurmak politikası üzerine bina etmiştir. Fakat farkında olmadığıysa bu gerilim politikasının bumerang gibi kendisine de dönmekte olduğudur. Tıpkı 22 Temmuz seçimleri öncesinde kurgulanan gerilim sürecinde olduğu gibi... Evet AKP türban meselesini gündeme getirirken , bizce bilerek veya bilmeyerek bir zamanlama yanlışı yapmıştır.Ve bunun ülke menfaatleri açısından ne gibi zararlar doğuracağı idrakinde olmamıştır..Böylece gerilim mucidi CHP zihniyetinin eline müthiş bir koz vermiştir..Şimdi Türkiye "sağduyu" arıyor..Geçtiğimiz günlerde Türkiye de 40 milyon kişiyi temsil ettikleri varsayılan örgütler 81 ilde aynı anda "Türkiye için sağduyu" çağrısı yapmak gereğini duymuşlardır: "Türkiye bugünlerde zor bir demokrasi ve hukuk sınavından geçmektedir.Ülkemizin bu kritik dönemden hiçbir yara almadan çıkması hepimizin ortak dileğidir.Uluslararası finansal krizin dalgalarını hissetmeye başladığımız bugünlerde, iktisadi tedbir arayacağımıza hala sağduyu arıyor olmamız bir talihsizliktir.Türkiye'nin , bir an önce uzun dönemli ve tempolu büyümesini sağlayacak ve işsizlik başta olmak üzere , tüm iktisadi ve sosyal sorunlara odaklanması gerekmektedir." Bu çağrı üzerine Sn Cumhurbaşkanının siyasi parti liderleri ve bazı kitle örgütlerinin başkalarıyla yaptığı görüşmeler gündeme gelecektir. Artık gerilim yumuşar veya ortadan kalkar mı? Şüpheliyim! Belki geçici olarak askıya alınır, ama o kafa yapısı kendini yenilemedikçe bu kısa fasılalı bir geçiş olmaktan kendini kurtaramaz. Ama olsun Türkiye'nin kısa fasılalı da olsa gerilimsiz günlere ihtiyacı bulunmaktadır. Zira ABD'de başlayan krizin ayak sesleri hızlanmağa başlanıldı bile.Daha doğrusu Derviş ekonomisiyle üzerine şal atılmış istikrarsızlık artık gün yüzüne çıkma işaretleri taşıyor. Bugüne kadar hayatından memnun görünen bir zümrenin bile homurtuları başlamıştı Kİ, neticede büyüme hızının % 4.5'larda kalışı önemli bir alarmadır. TÜSİAD'cılar orta gelir gruplarını umursamasalar da, nihayet gerçekleri vurgulayan homurtularında şunları dile getirmektedirler: "Büyüme hızı yavaşladı ,enflasyon hedeflenenin iki katına çıktı,YTL değer kazanmaya devam etti,cari işlemler açığındaki yükselme durdurulamadı.Bunun yanı sıra, mali disiplin yeniden bozuldu, faiz oranları maalesef büyümeyi destekleyecek seviyelerin çok üzerinde seyretti,işsizlik oranı yüksekliğini korudu ve verimlilik artışı hızla yavaşladı" Sn Başbakanın Balkanlar ziyareti sonrasında ASKON'daki konuşmasında ileri sürdüğü pembe ekonomik tablonun belli çevreler için de geçerliliğini kaybettiğinin yankısıdır bu ifadeler. Esas itibariyle ne enflasyon , ne de işsizlik rakamları Türkiye istatistik kurumunun açıkladığı rakamlarla, yıllardır, örtüşmemektedir. Zira bilindiği gibi istatistiki rakamlara yansıyan ve çok kullanılan mallar olarak isimlendirilen emtianın fiyatları artarken az kullanılan mal ve hizmetlerin fiyatlarındaki düşüş,TÜİK'in neşrettiği enflasyon değerleri aşağı çekmektedir... Ayrıca işsizlik rakamları da %10.1 görünmesine rağmen bu hesaplamaya iş aramayanlar ve mevsimlik çalışanlar dahil edilmediğinden gerçekçi değildir. Yapılan tespitlere göre Türkiye'de gerçek işsizlik oranı %17.5'lerdedir. Özetle Türkiye kendi içindeki sosyal yapıyı iyileştirmekle meşgul olması gerekirken bir taraftan ABD'de başlayan bir krizle de boğuşmak mecburiyetiyle karşı karşıya kalmıştır. İşte tam bu dönemeçte ülke Siyasî ve sosyal yapıyı sarsacak bir gerilim ortamına sürüklenmiştir. Suçlu aramak mı? Hayır! Mesele 1950'leri , 1960'ları ve sonralarını hatırlamak ve nihayet 2001 yılındaki Sezer-Ecevit diyalogundaki Anayasa fırlatma basiretsizliğinin doğurduğu demokrasi etiğini (!) hatırlatmak istiyorum.