*Seçimlere şunun şurasında iki gün kaldı. Doğrusu ya, hemen her seçim öncesinde eh yeter artık şu bağrış çığrış derken bu defa “aman Yarabbi seçimler bir an önce yapılsa da şu ağzı bozuk siyasilerden çektiğimiz bir bitse” temennisini bu kadar içten hissetmem, hiçte hoş olmasa gerekir!.. Seçim sath-ı mailinde şüphesiz siyasilerin ağızlarından bal damlamasını beklemiyordum. Ama bu kadar seviye düşüklüğü insanda “edep yahu!” diye haykırma hissi uyandırıyor. Böyle düşündüğüm anlardan birinde, kendime şöyle bir soru yöneltme ihtiyacını duydum. Acaba bu beklenmeyen mi idi? Düşüncelerimi tarttığımda cevabım, ne yazık ki “hayır” olacaktı. Zira siyasilerin kelimelerindekiler, ülkemizdeki değer hükümlerinde görülen çöküşün yansımasından başka bir şey değildi. Siyasilerimizin, özellikle liderlerin örnek şahsiyetler olmaları gerekir ve beklenir. Fakat ne acıdır, onlar da bu çöküşün birer parçası olmaktan kendilerini kurtaramamışlardır. Hakaret ifadelerinin artık sövgü ve küfür seviyesine inmesi, karşılıklı davalarının açılması vakıa-i âdiyeden haline gelmiştir. Ve asıl sıkıntılı olan bunu çocuklarımıza anlatmanın zorluğudur. Geçen hafta böyle bir olayın gerçekleşmiş olmasından bahsedilmişti. Şaşkındım!.. Yaşanan mekân bir ilköğretim okulundur. Henüz 8-9 yaşlarında iki öğrencinin birbirlerine siyasi liderlerin “küfürlü” sözlerle hitap etmeleri karşısında ortamın şahidi olan öğretmen ne yapacağının şaşkınlığını uzun bir süre üzerinden atamadığını söylemekteydi.. Ne diyeceğini şaşıran öğretmenin yerinde olmayı, sanırım hiç birimiz istemezdik!.. Bu olay karşısında öğretmenin ne söylediğini sormadım ama kendime ben olsaydın acaba ne cevap verirdim diye düşünmekten de kendimi alamadım. Galiba “siz onlara bakmayın, onlar kelimelerin anlamını tam kavrayamamışlar, öfkelerine yenik düşüyorlar. Maalesef konuşma âdâbı belli bir aile ve çevre seviyesidir. Ama siz siz olun karşınızdaki, eğer böyle kötü şeyler söylerse sakın onun seviyesine düşmeyin” ifadeleri hangi durumu kurtarırdı onu bilmiyorum!.. Fakat şurası muhakkak bu sözleri dile getirsem de, içimdeki acı azalmazdı. Zira onlar Türkiye’mizi yönetmeğe talip olan ve de örnek kimlik taşıması gerekenlerdi!.. *Ülkemizde “olmaz olmaz demeyin, olmaz olmaz!”ların sayısının artışının ilgi çekici olmak ötesinde, eğer sonuç alınırsa, “Çok Şükür bugünleri de görmek nasipmiş!” dedirtecek bir seyir izlemeğe başladığı söylenebilir... Adı ne konursa konulsun, darbe hazırlıkları içerisinde bulundukları belirtilen askerî bazı zevatın sivil mahkemelerce celp edilerek haklarında uygulamalar yapılabilmiş olması, ülkemiz demokrasisi adına memnuniyet verici bir gelişmedir. Önce eğer varsa, “darbe hazırlığına” sual açılabilmekte ve üstelik bunu sivil mahkemeler takip etmektedir. Sonra, sivil mahkemelerimiz, en yüksek rütbeli de olsa, bir kumandana hesap sorabilme cesaretine ulaşabilmiştir. Yani bugüne kadar düşünülemeyenler bile olabilmektedir!.. Ancak bütün bu müspet gelişme içerisinde hukuk sistemimizin en büyük engeli, davaların zaman dilimiyle yarışacak kadar uzamasıdır. Böylece yaşananların ve bilâhare verilecek kararların âdil olup olmadıkları hususunda tereddütler doğmaktadır. Temennimiz davaların süratle sonuçlandırılmasıdır. Tabiatıyla Türk milletinin göz bebeği olan ordusunun da, artık kendi içindeki çapakları tasfiye edecek demokratik anlayışa sahiplenme şuurunu yakalamasıdır. Aksi, ne yazık ki İttihat ve Terâkki ile âdeta tabii bir hak halinde seyreden, Cumhuriyet döneminde bir süre duraklamış görünse de 1950’li yıllardan itibaren hortlayan darbecilik zihniyetinin, içimize sinmiş “ordu-millet” varlığını daha da zedeleyeceğidir. Ümit edelim yeni Anayasa, Türk ordusunu yeniden halkının gönlünde taht kuracak itibarlı yerine çeken bir çözümün anahtarı olur. *1960 öncesinde söylentiler halinde gündeme gelen, sonraki yıllarda iyiden iyiye dillendirilen bir gazetecilik uygulamasından söz edilirdi. “Yurt dışında Türkiye üzerindeki yazılar veya haberler, ülkemizdeki solcu yazarlar tarafından kaleme alınır, dışardaki basın organlarına veya yazarlara servis edilerek onların imzasıyla ülkemize yabancıların görüşü gibi aktarılırlar!” Bu, zaman içerisinde söylenti olmaktan çıkarak dış kaynaklı görülen yazıların içeride kimler tarafından kaleme alındığı bile söylenir olmuştu.. Neyse! Bunun nereden aklıma geldiğini sanırım tahmin etmişsinizdir. The Economist adlı ünlü İngiliz dergisi, İngiltere’nin hâlâ sömürgeci Güneş Batmaz imparatorluğun sahibi olduğu hülyasıyla olsa gerek, ülkem halkına şu partiye oy verin diye talimat veriyor. İngiliz’in bu tavrı bana doğrusu, bu yönüyle pek şaşırtıcı gelmedi. Ama bana ağır gelen, içimizden birilerinin, herhalde kendi lehlerine olduğu için, bunu kabullenmeleri. Fakat gerek içeridekilerin, gerekse dışarıdakilerin dışarıdan okunanın sonuç vermeyeceğini ve hatta tepki doğuracağını düşünmemelerini doğrusu garipsedim. Hadi bu kadar aklı evvel idiniz, o halde başka bir partiye değil de, neden Türk halkının büyük çoğunluğu ile tasvip etmediğini defalarca belgelediği ve geçmişi karalarla dolu CHP’ne oy talebinde bulunuyorsunuz? Yeni CHP mi dediniz? Neyse fazla bir şey söylemek istemiyorum. Ama unutmayalım ki biz bu senaryoyu 1970’li yıllarda görmüş, ülkemiz Karaoğlan cümbüşü sonrasında bataktan çıkamayarak 1980 darbesine toslamıştı! Yoksa!.. Neyse The Economist meşeli yazarımız hiç değilse bir şeyi tevsik etmiş oluyor… Bu da, halkımızı, tıpkı içimizde de var olan bazı aydın kisveliler gibi, tanımadığıdır. Zira Türk halkı hep bu aklı havalarda aydınlara rağmen, bütün seçimlerde, onlardan daha akıllı olduğunu tescil ettirerek, kötüler arasından da olsa, birine ağırlık vererek sağduyulu oylamalar yapmıştır… Burada okuyucunun beni yanlış anlamaması bakımından şunu söylemem gerekebilir. O da seçimde oyumun TBMM’dekilerden hiç birine olmayacağıdır… *Şu kasetler olayı insanoğlunun içyüzüne ayna tutması bakımından önemlidir muhakkak!.. Ama çirkin mi çirkindir! Konuda önce Deniz Baykal beyi düşündüm. Eğer kendinden emin idiyse neden istifa etti? Makamında kalsalardı daha güçlü olur ve “haksız bulduğu” suçlamayla mücadele etme şansını daha rahat elde ederdi. Böylece hem adının temize çıkmasını kolaylaştırır, hem de sonraki zaman diliminde bu defa MHP temelli başka kaset skandallarının, kasetlerle netice almanın mümkün olmayışı belirginleştirildiğinden belki önünü de almış olurdu. Yanlış mı düşünüyorum, dersiniz? Aynı davranış biçiminin, yani eğer kendilerine güveniyorlarsa MHP’li Milletvekili adayları için de geçerli olması gerektiği düşüncesindeyim. Neden istifa ettiler ve bulundukları yerlerden mücadeleye devam etmediler? Acaba dün Deniz Baykal bey de olduğu gibi Yeni(!) CHP’ye giden yolun bir benzerini, bu defa Yeni MHP için mi çiziyorlar dersiniz!.. Eğer bu hesap sadece iç menşeli ise çirkin. Ama böylesi içten vurma karaktersizliği, bırakınız siyaset hayatını STK’lara kadar sirayet etmiş durumda! O zaman eh ne yapalım “aydınımız(!) bu” diyorsunuz.. Ama ya senaryo dış menşeli ve birileri bu oyuna ayak uyduruyorsa, bunun adı sanırım o zaman ihanetten başka bir şey değildir!..