Samimiyet mi Dediniz!..
Dr. Metin ERİŞ
Çoğu yeri geldiğinde Batı Dünyasının güvenilir olmadığına dair tespit ve düşüncelerimi dile getirmekten hiçbir zaman kaçınmamışımdır. Özellikle AB konusu gündeme geldiğinde meselelerde bakışımızın ve hareket tarzımızın doğrudan Türkiye’mizin çıkarlarıyla ilgili olması gerektiğini ve demokratikleşmenin AB için değil, ülkemiz için ve kendi kültürel değerlerimiz dikkate alınarak yerine getirilmesi gerekliliğini söylemekte ısrar etmişimdir. AB konusundaki görüşlerimi “Küreselleşme ve AB’ne HAVET” adlı kitabımda genişliğine anlatmağa çalıştım. HAVET teriminide, Batılı bazı dillerde daha ziyade “hayır-evet” anlamında kullanılan ve “evet ama(!)” ifadesinin bir karşılığı olarak kullandığımı belirtmeliyim. Yani Havet’le evet ama bizim değerlerimiz, bizim çıkarlarımız gözetilerek! Aksi takdirde hayır demekteyim..
Neyse belirtmek istediğim AB’nin veya Batılı ülkelerin meselelere, kim ne derse desin veya başka ifadeyle içyüzünün üstü nasıl küllenmeğe kalkılırsa kalkılsın, AB’nin gerçek anlamda bir Hıristiyan kulübü hüviyetinden kendini kurtaramadığı ve hatta kurtarmak niyetinde de olmadığıdır. Bu hükmümün son delili, AB’ne henüz üye olmayan hatta üyelik müracaatını daha yenilerde yapmak üzere harekete geçen başta Hırvatistan, Makedonya ve nihayet Sırbistan’a vize muafiyetinin verilmesidir. Bu arada daha dumanı üstünde “minare” meselesine tekrar temas bile etmek istemiyorum. Ve fakat konuya aramızdaki ilişkilere AB ile süren müzakerelerdeki açılan fasılları, bir türlü netice alınamayan yahut patinaj yaptırılanları ve nihayet Kıbrıs Rum kesiminin veya Fransa gibi dostların(!) açılmasına tahammül göstermedikleri fasılları da ilâve etmekten kaçınmak istemiyorum!.. AB‘nin son dönem başkanı İsveç Dış İşleri Bakanı bay Bildt’in Türkiye’nin üyeliğine kimlerin ve neden karşı çıktıkları ve bu arada bazı fasıllara neden kısıt getirildiğine dair sorulan soruya vermeğe çalıştığı cevaplarsa gerçekte işin iç yüzünü o kadar güzel ortaya koyuyor ki! Bakınız ne diyor: “Avrupalı ülkelerin bazıları Türkiye’yi çok büyük buluyor, bazılarıysa çok farklı!” Dikkat ve ibretle üzerinde durulası kelimeler bunlar. Çok büyük! Doğru. Fransa ve Almanya’nın bu büyüklüğe tahammüllerinin olmadığını öteden beri söyleyip duruyoruz. “Çok farklı” nın anlamı ise biraz muğlak. Sanırım bay Bakan dilinin altında tutmağa çalıştığı farklılık da şunları söylemek istemektedir: “Siz Müslüman bir ülkesiniz, bizim AB ise esas itibariyle Greko-Lâtin-Hıristiyan kültürü müştaklı bir topluluktur. Üstelik siz bütün çabalarımıza ve içerdeki işbirlikçilere rağmen Müslüman kalmağa devam ediyorsunuz! Ayrıca biz zaten Avrupa’ya gelmiş ve yerleşmiş olan Müslümanlarla başa çıkamıyoruz, bir de sizin bunların hâmisi hüviyeti ile aramıza girmenize nasıl tahammül gösteririz?”
AB’nin gayri samimi tavırlarını çeşitlendirmeğe başladığımızda başkaca hususlarla da karşılaşırız. Meselâ Türkiye’nin üyeliğinin geciktirilmesi konusunda Kıbrıs bahanesinin ileri sürülmesi bunlardan biridir. “Neden limanlarınızın kullanımını Kıbrıs Rum Kesimine açmıyorsunuz” demektedirler! Oysa hemen aynı süreçte kendilerinin KKTC’ye yapma taahhüdünde bulundukları yardım ve destek vaadi vardır ki, bu dikkate bile alınmamaktadır! Bütün davranışlarında dikkat edildiğinde görülür ki tek taraflılık esastır. Bu ya doğrudan veya birilerini, meselâ Rum kesimini, piyon olarak kullanarak sürdürülmektedir. Buradaki bakış açıları, kendilerine dönük ve yine kendilerinden kaynaklandıktan sonra bütün dünyaya kabul ettirmeğe çalıştıkları “yeryüzünde bir tek medeniyet vardır, o da Greko-Lâtin-Hıristiyan Medeniyetidir” saplantısıdır! Müslümanlık mı dediniz? O bakış açısında, Müslümanların medeniyete kattıkları olmadığı gibi, o dönemler karanlık dönemlerdir!”
Bütün bu noktalarda saplantılı bir tek düzelik vardır ama bunu ne yazık ki aşabilecek kozlar büyük oranda Batı dünyasın kaptırılmıştır. Aralarında tabiatıyla sağduyulular da vardır. Birleşmiş Milletlerce kabul edilerek sürdürülmek istenilen Medeniyetler İttifakı anlayışı da sanırım, inançların kutuplaşma temayülünü böylece yumuşatmak hedefinden kaynaklanmıştır… Bütün bu tespitlerden sonra bizlere düşense Türk-İslâm Medeniyetinin varlığını her dönemde, her yerde ve her güzergâhta delillendirerek gündeme getirmek ve kendi Değer Hükümlerimizle uluslararası camiada var olmaktır. Tabii aynı değerlerle AB’de de…
Bu arada yine bir zihniyetin tezahürü olarak Kıbrıs’a dönmek ihtiyacını duyuyorum. Kıbrıs Rum Kesimi lideri bay D. Hristofyas’ın KKTC bayrağı için “hilkat garibesi” ifadesini kullanması en basit tabiriyle bırakınız nezâket kurallarını uluslar arası teamüllere de uymaktan uzaktır. Ama bir terbiye ve bakış açısını ortaya çıkarması bakımından, bence, faydalı olmuştur. Fakat bu, bu kişiye bir hatırlatma yapmak gereğini ortadan kaldırmamaktadır. Bu zavallı kafa yapısına, bay Talat’ın böylesi bir değer hükmüne sahip olduğunu sanmıyorum ama, bizden hatırlatılması gereken şu soru sorulmalıdır: “Bay Hristofyas, eğer Osmanlı yüzyıllar boyu siz Rumlara ve Yunanistan’da mukim Hıristiyanlara gerekli hoşgörü ve müsamahayı göstermeyerek Batı’nın bildik sömürgeciliğini tatbik etseydi bugün ne anlamağa gelmediği biz Müslümanlarca bilenen Haç’lı Yunan bayrağı altında sizinkiler oturabilir miydiler? Haç’a gelince. Biz Müslümanlar, “Teslis” ile kafalarınızın tek Tanrı inancına âdeta şirk koşma anlamına gelen bir anlayışı sergilediğini söyleyerek ona “hilkat garibesi” desek tepkiniz nasıl olur? Biz Türklerse, pek bilmek istemezsiniz ama asırlar boyu mukaddesleri bilmişizdir ve de bayrakların bu mukaddeslerden bir mukaddes olduğunu düşünmekteyiz..” Bay Talat Ocak ayında sıklaştırarak yapacaklarını söylediği ve yine KKTC’de yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimini âdeta bir şantaj vesilesi gibi dile getirdiği toplantılar öncesinde bay Hristofyas’a yukarıdaki düşünceleri dile getirerek onun özür dilemesini talep etmelidir. Ama!.
Son iki hususa daha temas etmeden yazımı noktalamak istemiyorum. Biri AKP Elazığ Milletvekili bay F. İşbaşaran’ın partisinden ihraç edilme noktasına gelmesine sebep teşkil eden küfürlü diyalogu… Diğeri Diyarbakır Büyük Şehir Belediye Başkanlığı makamına gelmiş olan bir kişinin “edep yahu” dedirtecek ve 70 milyon insanın karşısında diline hâkim olamayan terbiye dışı ifadeleri... İnsan birbirini takip eden bu iki olay karşısında önce sanırım “okumuş-yazmışımızın ve de dolayısıyla siyasetçimizin” değer hükümleri, terbiyeleri ve seviyelerini düşünmekten kendini alabilmesi mümkün değildir. Nerelerden nerelere gelmişiz? Hakareti bile bir terbiye hududu içersinde yapan siyasetçiden veya aydından geldiğimiz seviye fıkdanı insanın içini acıtıyor. Vah geldi ülkemin başına! İnsanlar bırakınız dışarıda, aile ortamında bile ağzından kaçırdığında utanması, kızarması gereken ifadeleri siyaset sahnesinde, yani gün ışığında ve örnek alınılacak bir ortamda uluorta dile getirmekte fütur duymaz hale gelmişlerse, bunu defalarca düşünmemiz ve kültür politikalarında nelerde olduğumuzun hesabını yapmamız gerekir.. Yazıklar olsun..
Her şeye rağmen yeni bir yılın yeni ümitler ve daha güzel günler getireceğini umarak bütün okuyucularıma ve Türk milletine hayırlı yıllar dilemek isterim…
Yorumlar