İstanbul Üniversitesi, Kalkınma Ajansı ile birlikte “İstanbul hane halkı tüketim eğilimi ve talep potansiyeli araştırması”nı açıkladı.
Araştırmaya göre, 4 kişilik bir ailenin asgari yaşam maliyeti 2.148 TL… Normal bir yaşam için 3.570 TL, iyi bir yaşam için 6.356 TL olması gerekiyor.
İstanbul’da yapılan bu araştırma önemli, çünkü Türkiye nüfusunun yüzde 20’si bu şehirde yaşıyor.
İstanbul yüzölçümü açısından ise Türkiye’nin sadece binde yedisi.
Sanki tüm ülke İstanbul’a sıkışmaya çalışıyor.
Altyapısı 3 milyon nüfusu kaldırmaya yetecek İstanbul’da, 14 milyon insan yaşayınca şehir, haliyle, çığırından çıkıyor.
Özellikle ulaşım, otopark ve yeşil alan İstanbul’da yaşayanların en büyük sorunu...
Araştırmaya göre, İstanbul’da hane halkı ortalama 850 TL kira ödüyor.
Nüfusun yüzde 2’si gecekonduda, yüzde 82’si apartmanda, yüzde 7’si müstakil ev ya da villada yaşıyor.
Eskiye nazaran gecekondular azalmış.
Halkın yüzde 80’i kaloriferli evde, yüzde 18’i ise sobalı evde oturuyor.
Hanelerde, günde ortalama 3 ekmek tüketiliyor. Bağcılar, Avcılar, Sultanbeyli’de 5 ekmek tüketilirken, Beşiktaş, Adalar’da 2 ekmeğin altında tüketim var.
İstanbul hanelerinin %16’sı et, tavuk ve balık hiç yiyemiyor.
Hanelerin %14’ünde ise yardımcı eleman çalışıyor.
Bu iki oran, aynı zamanda gelir dağılımına da iyi bir örnek.
Gazete okuyanların oranı ise yüzde 30.
Hane halklarının %42’si, gelir yetersizliği sebebiyle mobilyalarını, beyaz eşyalarını uzun zamandır yenileyemediklerini ve tatile gidemediklerini belirtiyor.
Hepsinin içinde en ilginci ise; yemek kültürümüzün değişmiş olması.
Dışarıda yemek istersek, Türk mutfağı yerine fast food, yani hızlı-ayak üstü yemeği tercih ediyoruz.
Hane halkı yılda 20 defa fast food’a giderken, 13 defa restoranlara gidiyor.
İlk bakışta, “ucuz olduğu için fast food tercih ediliyor” denilebilir. Ama pek ucuz sayılmaz.
Dört kişilik bir aile, bir restoranda da aynı fiyata rahatça yemek yiyebilir.
Asıl mesele, çağımızın olmazsa olmazı, dünyanın ve insanlığın ise en büyük hastalığı “Hız”.
Çağımızın ve kapitalizmin gereği, iş hayatlarımızda hızlı olmamız isteniyor.
Daha hızlı mal üretmeli, hızlı karar vermeli, sabırsız olmalı, kimse ile konuşmadan ve dinlenmeden çalışmalıyız.
Bizden istenen hızlı iş hayatı, tüm bedenimize zamanla işlemiş.
Evlerimize de aynı hızlı hayatı taşıyoruz.
Evde de sabırsız, aile bireyleri ile yeterince konuşamayan, onları dinleyemeyen, ailece dışarıda bir yemek yenecekse, hızlıca fast food’ta yemeyi tercih eden bir yapıya büründük.
Bu sorun sadece İstanbul’a nüfuz etmişlerin değil, tüm dünyanın sorunu.
Ailemiz ile oturduğumuz binalarda, insanlara “kat sakinleri” denmesi tesadüf değildir.
Evlerimiz bizlerin sakin, yavaş, huzurlu ve mutlu olmamızın beklendiği alanlardır.
Böylece hayatın içine nüfuz ederek, hissederek yaşarız.
Daha uzun değil belki ama “fazla fazla” yaşarız!!!
“Hız” devriminin ilk adımları, 1840’lı yıllarda Amerika’da, doğaya zarar verdiği için sanayide çalışmak istemeyen Kızılderililer’in yerine zincire vurulmuş Afrikalılar’ın Amerika’ya getirilmesi ile başlar.
Sistemi kabul etmeyen, karşı duran Kızılderililer, haklarının yendiğini görüp direnince, yok edildiler.
Bu zincir tüm dünyaya yayıldı.
Çeşitli zamanlarda, baş kaldıranlara zorla doktrinler uygulandı.
“Köle sahibi olmadan zengin olunmaz” diyen Aristo haklı çıkmıştı.
Afrika’dan getirilen köleler, bilmeden ve istemeden “güçlüleri, güçsüzlerin daha da güçlendirdiği” mevcut sistemin çarklarının dönmesini sağladılar.
Bu sistem “hızla” zamanı ve dünyayı tüketmekti.