Babil efsanelerinde anlatılanlar kabaca herkesin anlaştığı, aynı dili konuştuğudur. Ve elbette yaratana ulaşmak için imar ettikleri o dev Babil kulesinden bahsedilir. Her şey tamam ama kendine ulaşmaya çalışanların bu kibrine yaratanın kızdığı ve dillerini ayırdığından bahsedilir. İnsanların dili bölündüğünde, kendiliğinden gönüller de uzaklaşmaya başlar. Taraflar oluşur. Boylar, beyler, tekfurlar oluşur. Krallıklar, imparatorluklar, ülkeler oluşur. Ve yaradılış görevimiz olan dünyaya bakma, geliştirme de bu rekabet ile başlatılmış olur.

Rekabet adı üzerinde rakip görmektir. Haliyle gelişim mücadelesine son hız başlayanlardır.

Tekrar etmekte fayda var. Bu mücadelemiz elbette bize emanet edilenlere en güzel şekilde bakabilmek içindir. Yani bedenimiz ve dünyamıza daha iyi bakabilme rekabetidir bu ayrışma! Her an bana ulaşmayı bırakıp, dünya hayatına, yaradılış amacınıza odaklanın der adeta yaradan…

İnsanlığın bilinçlenmemesi, bilimden, ilimden, eğitimden uzak durması rekabet amacının unutulmasını yanında getirir. Dünya’ya, insana zarar veren eylemler başlayabilir. “Kim daha çok insana, canlıya, çevreye hizmet edecek?” bilincini yitirmemeliyiz. Elbette bu her yönüyle zor bir sınavdır. Bu sınavda en güzeline gitmek için, en çokta rakiplerimiz kıymetlidir. Onlar seni teşvik eder, ateşler. Daha güzelini yapma derdine sokar. Böylece gaflet sana uğramaz. Kulelere, inşaata boğulmazsın.

Bu sebeple bilincini yitirmeni sağlayacak her şey yasaklanmıştır. Bu günah, kötü olarak addedilmiştir.

Yine bu sebeple geçmişte yaşamış insanların tecrübelerini öğrenmemek en büyük yasaktır. Bunun günah olduğunu, her telaffuz ettiğimizde hatırlamamız için büyüklerimiz ‘tarih’ ifadesini ‘talih’ ifadesinden türetmiştir. Atalarımız bize “geçmişte yaşananları bilmezsen, geleceğin karanlık olur” mesajını kelimenin köküyle aktarır. Deneyimleri, tecrübeleri, yaşamaları, yasamaları, kanunları, deneyleri, öğrendiklerini, ilimi, bilimi takip etmezseniz ‘talihsizlikler peşinizi bırakmaz’ der. Aynı tecrübeyi bir daha edinip yeniymiş gibi yapamayız. Bu çok maliyetlidir. Yokluk, israftır. Amerika’ya ilk kez giden biri, “Ben ilk geldim Amerika’yı ben keşfettim” deme lüksü nasıl yoksa, geçmişi öğrenmeme lüksümüzde işte öyle yoktur. Bunun içinde “Amerika’yı tekrar keşfetme” deyimini sıklıkla kullanırız. O zaman bunu da tekrarlayalım! Deneyimlenmiş bir şeyin tekrar deneyimlenme acısı, yükü, maliyeti israftır.

Bilincini yitirmeni sağlayan eğitimsiz bırakma, uyuşturucu vs. emanete hıyanet, çevreye ihanettir. Eğitim yerlerinin kullanılamayacak kadar kötü bırakılması, temizlenmemesi prangadır. Uyuşturucu da çevrenin, toplumun değerlerine vurulmuş bir prangadır. Kahırlar yaşatır. “Bu kaçıncı uyuşturucu faciası” serzenişlerini ayyuka çıkartır. Bununla mücadele edilmezse her yana yayılır. Sonra da uyuşmanın acılarını saya saya bitiremezsin. Açarsın gazetenin orta sayfasını “Maraş’ta uyuşturucu bağımlısı oğlundan işkence gören kadın intihara kalktı.” Haberini görürsün. Ardı ardına çıkmaya başlar haberler. Bursa’da bir uyuşturucu bağımlısı kardeşini babasını yaraladı. Komşusunu öldürdü. Adana’da uyuşturucu müptelası evini ateşe verdi. Bir diğeri İzmir’de gasp yaptı. Kaçtığı taksiciyi öldürdü. Taksiden indi markete girdi. Markette birini yaraladı. Samsun’da bağımlı bir baba, oğlu tarafından bıçaklandı. Kastamonu’da da uyuşturucu bağımlısı oğlunu bir baba bıçakladı, öldürdü. Yine Kastamonu’da firari bir uyuşturucu bağımlısı polisi vurdu, şehit etti. Ankara’da bir uyuşturucu bağımlısı tekel bayi işletmecisini katletti. Yine Ankara’da bir uyuşturucu bağımlısı anne ve babasını rehin aldı. Denizli’de uyuşturucu bağımlısı satırla kapıyı kırarak dışarı çıktı. Sokakta iki kadına saldırdı. İzmir’de başka bir uyuşturucu bağımlısı anne babasını öldürüp ardından kafasına sıktı. Mersin’de uyuşturucu bağımlısı annesini dövdü. Araya giren dedesini hastanelik etti. Uşakta broşür dağıtan bir genci uyuşturucu bağımlısı darp etti. Mersin’de bir başkası annesinin boğazını ve ayaklarını kesti. Adana’da uyuşturucu bağımlısı oğlunu öldürdü. Ümraniye’de önce polisin silahını kaptı. Çatışmaya girdi. Kadın polisimizi şehit etti.

Şimdi de Fatih’te iki genç kızı acımadan, feci şekilde katleden ve kafasını surlardan atan, ardından intihar eden bu uyuşturucu bağımlısını gözümüzde yaşlar ile okuduk. Bunları durdurmak bu kadar mı zor? Bu lanet şeye ulaşamamalarını sağlamak bu kadar mı zor? Annelerin kafalarının kesilip balkondan atılmasını engellemek bu kadar mı zor? Beyoğlu’nda sokak ortasında bir kadına tecavüz etmeye kalkacak kadar aymazlaşmayı, çocukların feci şekilde öldürülmesini, bebeklerin acımasızca, kansızca katledilmesini engellemek bu kadar mı zor?

Uyuşmak, uyuşturulmaya göz yummak toplumu çürütür. İnsani değerleri eksiltir. Değersizleştirir. Ve mücadele edilmezse çok hızlı yayılır. Toplumsal değerler çatlar. Adalet arayışı artar.

Bunun için bol bol mücadele gerekir. Mücadelesini vermediğimiz her şey ucuzlar. Uyuşturucu sokaklarda üç kuruşa bulunur olur. Mücadelesi yeterince verilmeyen ekonomin, paran diğer milletlerin parası karşısında üç kuruş kalıverir.

İnsana, dünyaya, canlılara değer katmak görevimiz. Uyumak, uyuşmak, görmemek, görme görevini yerine getirmemek sınavı verememektir. Yok olmaktır. Yok hükmünde görülmektir. Dünyanın sırtında ‘kene’ olarak kabul edilmektir. İstenmezsin, yalnız kalırsın. O değerli rakip statüsünden düşersin. Rakiplerin ülkelerinde vizesiz, görünmez olursun. Diğer kene görülenlerle harmanlanır, gözden çıkartılırsın.

Çünkü doğa bunu ister. Doğada zayıf kalanın bedeni, güçlüye, döngünün devamına enerji olarak kullanılır.

Birilerinin uyutma, uyuşturma çabaları; daha da güçlenmek için kendi halkına emilecek enerji, sömürü bulma gayretidir.

Mustafa Kemal Atatürk’te bu sebeple şöyle der; “Uyuyan milletler ya ölür ya da köle uyanır.”

Köle olarak uyandırılmış toplumlar, politik olarak zombidir. Hollywood sinemalarında bu sık sık betimlenir. Sevilmezler, ucuzdurlar, her an gözden çıkartılabilirler. Çünkü onlar, bedenine, çevresine, kendisine emanet edilmişe sahip çıkamamış zavallılardır. Ona güveneni mahcup etmiştir. Emanetine sahip çıkamamış, emniyetsiz kalmıştır.