California’daki rakipsiz Türk mühendis: Ergün Kırlıkovalı

Amerikan Deniz ve Hava Kuvvetlerinde kullanılan özel malzemelerin tek üreticisi Türk mühendis Ergün Kırlıkovalı

42 senedir California’nın Los Angeles şehrinde yaşayan başarılı Türk mühendis Ergün Kırlıkovalı hazin bir geçmişe sahip... Balkanların hiç anlatılmayan acılarına maruz kalmış anne ve babasının sekiz çocuğundan en küçüğü… Şimdi onların ağzı, dili, sesi oluyor, hikâyelerini anlatıyor…

Kırlıkovalı bavulla değil, kafasındaki fikirle yola çıkmış, tutkusu araştırmak... Şimdi Amerikan Deniz ve Hava Kuvvetlerinde kullanılan özel malzemeleri üreten Kırlıkovalı tek tedarikçi konumunda. Çelik kadar güçlü ve polimer kadar esneyebilen bir kaplama üreten Kırlıkovalı'nın dünyada rakibi yok. Hem yaptığı işle hem de bir Türk olarak üstlendiği misyonla Ergün Kırlıkovalı, hedefine ulaşmak için çok çaba sarfediyor.

Kırlıkovalı, Ermenilerin Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) Türklere yönelik taciz ve saldırılarına karşı her koşulda mücadele ediyor. Gerçek bir mücadele öyle ki Ermeniler tarafından şehit edilen Konsolos Kemal Arıkan'ın ardından bir basın toplantısı düzenleyerek medyaya sitem edebilmiş. Ve mücadelesini her platformda sürdürmeye de devam ediyor. Yıllardır Amerika'da başarılı işlere imza atan Türk mühendis Kırlıkovalı'yla hem iş hayatındaki başarısını hem de Türk toplumuna katkılarını konuştuk.

Röportaj: Anıl Sural

Fotoğraf: Rona Doğan

Önce Vatan Gazetesi Washington DC

Öncelikle ABD maceranız nasıl başladı?

Boğaziçi Üniversitesi'nde Kimya Lisans ve ardından Manchester Üniversitesi'nde Polimer Bilimi Yüksek Lisans yaptıktan sonra ara vermeden askere gittim.  Askerliğimi Deniz Kuvvetlerinde yaptıktan sonra İstanbul’da işe başladım.

Üç iş değiştirmeme ve maaşımın her defasında artmasına rağmen, elime geçen para ile bir ev kiralayamıyordum. Param olsa da zaten bekara ev vermiyorlardı.  Sonra Terör 1970’li yıllarda günde 20-25 can alır olmuştu ve ülkede birçok kurum sağcı-solcu diye kutuplaşmıştı. Üstüne üstlük yokluklar, kuyruklar çok ciddi seviyelere ulaşmıştı. Halbuki kafamda hayallerim, planlarım vardı.  Bunları nasıl gerçekleştirecektim?

İngilizce ve Almanca dillerini simultane tercüman derecesinde bildiğim, Avusturya ve Hollanda’da teknik staj yaptığım, ve yurtdışından masterli olduğum için bana iş çoktu. Her girdiğim mülakat, “Pazartesi işe başlayın” diye bitiyordu. Ancak verilen maaşlarla ev tutmak mümkün değildi ve  zaten bekara ev verilmiyordu. Mesleki tatmin ise hiç yoktu. İşverenlerin öyle bir derdi, endişesi olmamıştı ki? İşverenlere göre iş vermek zaten büyük bir lütuftu; benim gibi gençler daha ne istiyordu?

Sonunda resmen daraldım. Kafamı iki elimin arasına alıp düşündüm. Türkiye mi, Amerika mı? Amerika’ya göç etmeye karar verdim. Halbuki Türkiye’ye çok büyük hayallerle dönmüştüm. Olmadı, oldurulmadı. Hemen işimden çıkıp, arabamı satıp, daha önce patronumla Amerika’ya geleceğimden dolayı verilen vize ile  26 Nisan 1978'de Amerika’ya geldim...

Şu an yaptığınız işiniz ve çalışmalarınız hakkında bilgi verebilir misiniz? ABD’de deniz ve hava kuvvetlerinin polimer kaplama için tek tedarikçisi sizsiniz. Biraz bahsedebilir misiniz?

Amerika’da önce San Francisco'da çok uluslu bir şirkette ürün geliştirme kimyageri olarak işe başladım. Depreme dayanıklı yapı malzemeleri üretiyorduk.  Bunlar arasında esnek yapıştırıcılar, çatlak betonu tamir malzemeleri, ve polimer betonlar vardı.

Sonra daha büyük bir maaşla Los Angeles’e transfer oldum.  Büyük bir Havacılık ve Uzay firmasında,  uçakların yapımında metal yerine kullanılan polimer bazlı malzemeler geliştirmek üzere laboratuvarlarda ar-ge çalışmaları yürüttüm.

​​​​​​​

Ardından daha da yüksek maaşla New York’a transfer oldum. Yine çok uluslu bir firmada, korozyona, darbelere, aşınmaya dayanıklı makina, boru, pompa, depo kaplama polimerleri geliştirmek üzere laboratuvarlarda ar-ge çalışmalarına başladım. 1985’e gelindiğinde, ben artık hem inşaat sektörü, hem havuzay, ve hem de makina sanayilerinde çok değerli tecrübelere sahip bir polimer bilimcisiydim. Bendeki kendi işini başlatma isteği, artık orman yangınına dönüşmüştü. Son firmamda hem üretim hem de pazarlama yönetimi toplantılarına girdiğim için bana çift maaş veriliyordu. Bunu tepip, istifa edince, arkadaşlarım böylesine rahat hayatı bırakıp bilinmeyen sulara yelken açmama inanamadı. Çoğu “otur oturduğun yerde” diye özetlenebilecek telkinlerde bulunuyordu.

Ama ben çok ciddiydim. Bu iş ya şimdi olacaktı, ya da hiç bir zaman. Uçağa atladığım gibi Kaliforniya’ya geri döndüm.  Santa Ana şehrinde 48 saat içinde firmamı kurup devreye soktum. Eşim New York’taki evimizi satıp bir-iki ay sonra yanıma geldi.  Kafamda olan ama eski firmalarımda bulunmayan yepyeni formüller ürettim.  İçinde uçucu olmayan formülleri ilk defa piyasaya sürdüm. Önce korozyon alanında ABD Deniz Kuvvetleri için özel bakım-tutum-onarım malzemeleri geliştirdim.  Bunlardan bir tanesi, tüm şartnamelere “tek tedarikçi” olarak girdiği için, sadece bizden satın alınabilir.

​​​​​​​

Adımız duyuldu, ünümüz yavaş yavaş yayıldı. Bir baktık ki, ABD Hava Kuvvetleri de bizi ihaleye davet edilecekler listesine eklemiş. Bu demektir ki, artık malzeme sorunlarını ondan-bundan değil, ilk elden direk öğrenip hemen çözüm üretmeye başlayabilecektik. 1990'da uçaklarda görünmezlik yaratan kaplama malzemelerini B-2 için tasarladık ve tüm testleri geçtik. Çok uzun süren test sürecinde, tüm rakipleri testlerde tek tek geride bırakarak, 1998 senesinde şartnamelere yine tek tedarikçi olarak girmeyi başardık.  Bu şöhretimiz sonunda bizi F-35 programının ilgi alanına soktu. Görünmezlik yaratan kaplamaları tasarlama ihalesine davet edildik.  Bu fırsatı çok iyi kullanarak, gece-gündüz çalışarak, 2004 senesinde tasarımını bitirdiğimiz formül ile, üç senelik çok zorlu ve yeni bir test sürecinden geçtik. 2007 yılına gelindiğinde, şartnamelere yine tek tedarikçi olarak girmeyi başardık. Bütün bu çalışmalarımda, bana en büyük desteği eşim Juliana vermiştir.

Gerçekten zorlu bir yolda önemli başarılara imza atmışsınız üstelik kendi şirketinizi kurarak... Ailenizin de oldukça zorlu bir hayatı olmuş... Onların hikayesinden de bahsedebilir misiniz?

Babam Yunanistan'ın Drama şehri Kırlıkova köyünde, 1912'de 1. Balkan Savaşında köyde hayatta kalan tek çocuktu. Köyün tüm ahalisi, Bulgar-Yunan çeteleri ve civardaki (1906'da kurulu) Ermeni askeri akademisi öğrencileri tarafından tek tek öldürüldü. Ama bir yaşındaki babam o katliamdan sağ kurtuldu. Babamın nasıl hayatta kalabildiğini bilmiyoruz. Katil çeteciler ya onca çığlık ve kanlı ceset yığınları arasında minicik bir bebeği farketmediler, ya da Bulgar komşu vicdan yapıp son dakikada “Bu bebeği öldürmeyin, o benimdir” dedi ve onu kurtardı. Tek bildiğimiz, bir hayırseverin babamın göğsüne çengelli iğneyle tutuşturduğu, buruşuk bir kağıt parçasında yazan silik not: “Akif oğlu Ratıp. Doğumu 1911.  KIRLIKOVA.”  Bunun dışında hiç bir şey bilmiyoruz...

​​​​​​​

Babam hayatta tek başına büyüdü. Bu ne demektir, bilir misiniz...? 1939’da İstanbul Üniversitesi'nde Yüksek Orman Mühendisi olarak mezun oldu ve annemle evlendi. Cumhuriyet’in genç mühendisi ve bir okadar genç eşi... Beraberce Anadolu’nun tüm dağlarını bayırlarını dolaştılar. İkisi kız toplamda sekiz çocuk yaptılar. Her biri ayrı bir şehirde doğdu.  Ben erkeklerin en küçüğüyüm. Tek maaşla sekiz çocuk... İki-üç senede bir de tayin... Çekilen zorlukları bugünkü nesiller tahmin bile edemez.

Neden Amerika? Avrupa'ya değil de neden Amerika'ya gelmeyi seçtiniz?

Bilim ve teknolojinin zirvesinde olduğu için. Almanya, İngiltere, Kanada, Avustralya da belki olabilirdi ama ben bir çok ikinciyi değil, tek birinciyi istiyordum. Madem göç edecektim, o halde zirveye tırmanmalıydım. Hayallerim çok büyüktü.   Amerika’dan aşağısı beni kesmezdi.  Amerika’nın içinde de en zengin ve büyük eyalet olan Kaliforniya’dan aşağısı beni kesmezdi. Olacaksa birincinin birincisi olmalıydı...

ABD’de hiç unutamadığınız bir anınızı paylaşabilir misiniz?

Yıl 1982.  28 Ocak.  Los Angeles Başkonsolosumuz Kemal Arıkan, Ermeni teröristlerce hunharca katledilmiş. Radyo ve TV yayınlarına nedense hep Ermeniler çıkıyor ve çoğu da öldürülen diplomatımızın, sözde soykırımı inkar eden Türkiye Cumhuriyeti devletini temsil ettiği için, bu acı sonu hakettiğini söylüyorlardı.  Tüm radyolara ve Televizyonlara anında telefon ediyor ve konuşmak istiyordum. Ancak hiçbir liderlik sıfatım olmadığı için beni ciddiye almıyorlardı.  Sonunda tamamen kafamda “Turkish News & Views” adlı bir dernek kurdum.  Kendimi de onun başkanı seçtim. Madem ki ille de bir başkan ile konuşmak istiyorlardı, alın size başkan!

Los Angeles Press Club’a hemen telefon ettim. Ertesi gün için, ücretini kredi kartımla ödeyerek, yarım saatliğine toplantı salonunu kiraladım. Medyanın her gün birkaç kere aradığı telefon numarasına da, ismimi, unvanımımı ve “Türk tarafının görüşleri saat 08:00’de anlatılacaktır” mesajını bıraktım. Çok etkili oldu  Büyük bir grup medya çalışanları geldi.  Tüm televizyonlar, radyolar, gazeteciler oradaydı. Şaşkınlığımı yenip, onlara şöyle seslendim:

“Evvelsi gün, buradan biraz ileride, çok trajik bir olay yaşandı. Bir Türk diplomatı, arabası içinde 14 kurşunla öldürüldü ve kanlar içinde öyle cansız bırakıldı. Siz, medya olarak ne yaptınız? Onu vuran Ermeni’nin soydaşlarıyla konuştunuz.  Onlar da diplomatın bu acı sonu hakettiği yolunda sözler söyledi. Ve sizler bunları yayınladınız. Halbuki bu insanın bir eşi vardı. Çocukları vardı. Arkadaşları, vatandaşları, soydaşları vardı. Ülkesi, vatanı, milleti, tarihi, kültürü, devleti vardı. Siz bunların hepsini yok saydınız. Bu mu sizin basın tarafsızlığınız, nesnelliğiniz, adilliğiniz, dengeniz?  Ben bir kimyagerim ve sizlerle buluşmak için işyerinden izin aldım. Yani sizin beni bulmanız gerekirken, ben sizi buldum. Bu sizin bir önyargınız değil midir?  Yaptığınızı haklı görüyor musunuz?  Bundan gurur duyuyor musunuz?”

Bir mesaj da Ermeni teröristlere verdim:

“Bombalarınızı, tabancalarınızı bavullarınıza koyun ve geldiğiniz o Lübnan’a geri dönün. Biz burada 60-70 yıl önce, dünyanın öbür tarafında olmuş olaylar için birbirimizi darp etmek, öldürmek istemiyoruz. Her türlü anlaşmazlık uygarca tartışılabilir. Şiddete ve teröre gerek yoktur. Barışa bir şans vermenin zamanı gelmedi mi?”

Bu mesajlar medya tarafında çok iyi alındı ve o gün tüm kanallarda gün boyunca defalarca verildi. Bu da Türk-Amerikan toplumunun uyanmasına, ve hatta, şahlanmasına neden oldu. Beni derhal telefonla buldurdular. Ve ardından ATASC'nin (The Association of Turkish-Americans of Southern California) başkanı seçtiler. Başkan olarak ilk icraatım iki basın toplantısı daha yapmak oldu. Birincisinde altı doktoralı üyemizi medyanın karşısına çıkardık. Toplumumuzun ne kadar yüksek eğitimli olduğu algısını yarattık. İkincisinde ise 16 yaşında, Amerika’da doğmuş büyümüş bir kızımızı çıkardık. Kızımız aksansız İngilizcesiyle, bu ülkede doğup büyüdüğünü, bu ülkeyi çok sevdiğini, ama şiddet ve terör istemediğini söyledi.  Sorunların diyalogla çözülmesi gerektiğini söyledi ve barışa bir şans verilmesini istedi. İki basın toplantısında da çok başarılı tepkiler, sonuçlar aldık. Artık medya Türk-Amerikalıları tanıyordu.

24 Nisan 1982 de Los Angeles Times gazetesinde son derece etkili bir paralı ilan da çıkardık. İlanda Amerikan toplumuna Ermeni iddialarının eksik, yanlış ve düzmece hikayelerle dolu olduğunu anlattık. Ermeni isyanlarını, terörünü, ihanetini, toprak isteklerini ve öldürdükleri Türk insanlarını hatırlattık.

Yine 24 Nisan 1982 de, Ermeni göstericilerin üzerinde Santa Barnara’dan kiraladığımız bir uçakla, “Stop Armenian terrorists and racists!” (Ermeni terörizmini ve ırkçılığını durdurun) mesajını uçurduk.

Bütün bu çalışmaları gören New York, Washington DC, Boston, Chicago, Houston, Dallas, ve diğer yerlerdeki Türk-Amerikan  dernekleri, birdenbire canlandı.  Kendi bölgelerinde daha aktif olmaya başladılar.

Yani 1982 yılı, Türklerin Amerikan yaşamına etkin bir şekilde olarak katıldığı ilk yıl oldu. Bütün bu çalışmalar, trajik bir olaya verilen ve daha önceden planlanmamış bir tepki sonucunda doğdu... Eğer bunda naçizane bir payım varsa, ben bundan gurur duyarım.

Saati geri çevirirseniz, aynı olaylar yine olsa, hiç tereddüt etmem, yine aynı şeyleri yaparım. Çünkü ben, san-şöhret için değil, para-pul için değil, oy ve mevki için değil, babam ve annem gibi Balkan Savaşlarının o sessiz, isimsiz, kimsesiz Türk ve Müslüman kurbanlarının sesiyim...

Soyadınızın hikayesini de sizden dinlemek isteriz...

Sene 1934. Soyadı kanunu çıkmış. Herkes bir soyadı kaydettiriyor. Nüfus müdürlükleri önünde sıralar var. Çoğu ya geldiği yörenin adını alıyor (Morali, Serezli, Dramalı, Filibeli, vs.) ya da aile/sülale mesleğini öne çıkarıyor (Pamukçu, Tütüncü, Üzümcü, Mandıracı, Derici...) Ancak sıra babama gelince memur soruyor:

- Ne soyadı istersin oğlum?

Babam yanıtlıyor:

- Bilmiyorum, efendim.

- Annene, babana sor evladım.

- Onlar öldüler, efendim.

- Allah rahmet eylesin.  Amca, dayı, hala, teyze?  Onlara sor?

-  Hepsi öldüler, efendim.

-  Peki, konu komşu da yok mu?

- Kimse hayatta değil. Tüm köy ahalisi öldürülmüş, efendim.

- Allah Allah, oğlum sen nereden geldin?

- Drama’nın KIRLIKOVA köyünden efendim.

Memur tabii çok üzülüyor. Biraz düşünüp diyor ki:

- Bak evladım, çok zor yıllar geçirmişsin, tamam. Bak, senin arkanda sıradaki bütün bu insanlar da, inan bana, üç aşağı beş yukarı, senin gibi. Sana yardımcı olayım. Diyorum ki şimdi biz sana istersen “KIRLIKOVA-LI” soyadını verelim. Bakarsın ileride bu ismi bir tanıyan çıkar ve sana ailen hakkında bilgiler verebilir. Ne dersin?

Babam olur diyor. Ama bugün 2020 yılındayız, hala bu ismi tanıyıp öne çıkan olmadı. Yani köyümüzde yapılan toplu katliam bu kadar tamdi. Sadece bizim köy değil, civar köylerde durum aynı: Çukurca, Doksat, Sarışaban, Kavala...  Ve bütün bu katliamlar Batı medyasında tek kelimeyle dahi yer almadı. Batılı tarihçilerin çoğu, Balkan katliamlarını, sanki uzayda olmuş gibi ayrı tutar ya da yok sayar. Bunun da nedeni etno-dinsel (ethno-religious) önyargıdır.  Eğer öldürülenler ve göçe zorlananlar Türk ve/veya Müslüman değil de Hristiyan olsaydı, onlar hakkında sıradağlar gibi kitaplar yazılırdı. İşte ben bu önyargıya karşı 42 yıl savaştım. Balkan Türklerinin çektikleri acıları anlattım.  Katliamdan kurtulanların Anadolu'ya geldiklerinde de Hristiyan terörü ile karşılaştığını belgeledim. Batı Anadoluda Yunan-Rum zulmü, Doğu Anadolu’da Ermeni mezalimi bunları karşıladı.  Bunları hatırlattım.

Annemin hikayesi de en az babamınki kadar hazin. Annemin ailesi Üsküp’te varlıklı bir aileymiş ve onların da yarısı katliama uğramış. Yalnız onları kesenler Yunan-Bulgar-Ermeni çeteleri değil, Sırplar ve Karadağlılar. Yaklaşan felaketi görünce, annemin ailesi taşıyabilecekleri kadar yükle ve yayan kaçmışlar. Gündüzleri durup, geceleri dağlardan yürümüşler.  Karayollarından hep uzak durmuşlar çünkü çeteler her yeri tutmuş. Yorgun, perişan, aç-bi-ilaç, İstanbul’a varmışlar. O sıralarda Galata köprüsü, Karaköy, Eminönü, Gülhane parkı, Beyazıt meydanı, hıncahınç sokakta yatan göçmen ailelerle dolu.  Bunları Osmanlı devleti, mesleğine ve geldiği coğrafyaya uygun bölgelere yerleştiriyorlar: kıyılardan gelenler, balıkçılığa devam etsinler diye, yine kıyılara yerleştirilmişler. Çiftçiler çiftlik olan yerlere... Annemin ailesi Bursa’ya yerleşmiş ve annem orada doğmuş. Hayatları tam bir sefalet ve acılar tufanıymış. Mesela ekmeği şekerli suya banarak yemek lüks kahvaltı sınıfına girermiş. Ayakkabısı olanlar parmaklar gösterilirmiş. Çok ama çok acı günlermiş onlar.

İşte bu acıların hiçbiri Batıda anlatılmaz.  Bu zavallı insanların çektiği eziyet, zulüm ve sonunda gelen ölümler, yok sayılmıştır.  Ben işte bu isimsiz, sessiz, vakur, ve güzel insanların sesiyim. Onlar o zaman anlatamadı dertlerini, ölüp gittiler. Ben şimdi anlatıyorum. Hayatta kalan o tek bebeğin ağzı, diliyim. Bu canda bu nefes oldukça da susmayacağım.

Ne annem, ne de babam, hiç bir çocuğunu karşısına alıp ta “Bak oğlum/kızım, Yunan-Bulgar-Ermeni-Sırp-Karadağlı bizlere şu zulümleri, bu katliamları yaptı, sakın unutma, intikamımızı da mutlaka al” filan asla dememiştir. Bu asıl insanların hikayesini, çocukken, etraflarında oynuyorken, kendileri gibi göçmen dostlarıyla dertleşmelerinden duyarak öğrendim.  İkisi, üçü, beşi bir araya gelir; önce çay-kahve içilir ve ardından fis-koş bazı şeyler anlatılırdı. Bunlar beni ilgilendirmezdi de, bu dertleşmelerin çoğu (belki de hepsi) sessizce ağlamalarla biterdi. O ağlama kısmını çok merak etttiğim için kulak kabartırdım. İşte böylesine güzel ve asıl yürekli insanlardı onlar. Bugün eğer benim kalbimde Balkan Hristiyanlarına karşı tek bir kum tanesi kadar bile nefret yoksa, bunu, her Balkan türküsü duyduklarında, sessizce gözyaşı döken, o yüce insanlara borçluyuz...

Sözde Ermeni soykırımı ile mücadele ediyorsunuz. California’da bununla ilgili bu zamana kadar neler yaptınız?

Bu sorunun yanıtı birkaç ciltlik bir kitap serisi olabilir, hem de hiç zorlanmadan.  İleride emekli olunca böyle bir çalışma yapmayı arzuluyorum. Kısaca anlatmaya çalışırsak, benim sözde Ermeni soykırımı ile mücadelem tamamen ilklerle dolu.  Bunlar arasında hemen bir nefeste sayabileceklerim şunlardır:

İlk basın toplantısı, ilk radyo paneli, ilk TV paneli, ilk seri-mektuplar ( bugüne kadar medyaya, akademisyenlere, politikacılara ve diğer yerlere göndermiş oldum beş binin üstünde mektup ve raporlar), ilk halkla ilişkiler komisyonu, ilk medyadaki tartışmalar (ki bir tanesi, karşılıklı yazışmalarla tam 9 ay sürdü sürdü), ilk uçakla mesaj uçurma, ilk “TV de cevap hakkı”mizi kullanma,  ilk üniversite paneli, ilk politikacılarla tartışma, ilk büyük medyada mesajımızı halka sunan paralı gazete ilanımız, ilk yeni terimler (görüşlerimizi daha etkili bir şekilde anlatabilmek için ürettiğim ve hem İngilizce ve hem de Türkçe lisanlarına hediye ettiğim yepyeni terimler: Ethocide, Tereset, ve diğerleri), ilk “T” harfi çalışması (Tarihimizi yeni kuşaklara daha kolay anlatabilmek ve onların da üçüncü kişi ve gruplara daha çarpıcı bir şekilde aktarabilmeleri için, tüm Türk-Ermeni tarihini İngilizce olarak “T” harfi altında özetlemek, ki 40 sene önce “4T” ile başladığım bu çalışmam, bugün “22T” ye çıkmıştır), ve daha onlarca inovasyon sayılabilecek ilk tepkiler ve ilk etkinlikler.

Amerika’daki Türk toplumu olarak, bu konuda nereden nereye geldiğimizi en güzel ve adil şekilde anlatabilmek için bütün bu ilkleri tarih sırasına koymak gerekir. Bu da ancak benim oturup, evimin garajında istiflenmiş, üzerinde yıllar yazan, yüzlerce kutuyu tek tek açmam, içindeki bilgi ve belgeleri tarayıp, ayrıntıları düzenleyip bir kitap serisi yazmam demektir. Yani nereden baksanız en az iki-üç yıllık bir çabadan söz ediyoruz. Böyle bir çalışma ancak ileride emekli olursam mümkün olabilir. 42 yıllık bu mücadelemi, elde ettiğim tecrübeleri, kazandığım ve kaybettiğim savaşları, bunların arka bahçelerini, zayıf ve kuvvetli yanlarımızı, fırsatları, tehditleri, terörleri, tacizleri, kayıpları, üzüntüleri, uyanışları, sevinçleri anlatmanın kısa bir yolu yok.

Bir yandan dernek işleriyle uğraştınız. Neler yaptınız? ABD’deki Türkler dernek işlerine artık daha az mı zaman ayırıyor?

Amerika’da iş değiştirme nedeniyle bulunduğum her şehirde, Türk-Amerikan derneğini hemen arayıp, buluyor ve üye olup gönüllü olarak çalışıyordum. Mesela Los Angeles’te Güney Kaliforniya Türk-Amerikan Derneğinde (GKTAD) 1982'de başkandım. Sonra 1984'te New York’a taşındım ve orada Türk Amerikan Dernekleri Federasyonu adlı şemsiye kuruluşta (TADF) ilk Halkla İlişkiler Komisyonunu kurdum ve ilk başkanı oldum. Washington DC’de kurulu diğer şemsiye kuruluş olan Türk Amerikan Dernekleri Kurulu’nun (ATAA) 1982'deki ilk Türkiye delegasyonunda yer aldım. İkisinin de uzun seneler ABD Batı yakası direktörlüğünü bir şekilde yaptıktan sonra ATAA’nın 2011-2013 yıllarında başkanlığını üstlendim. ATAA’daki görevim nedeniyle tüm Amerika’yı karış karış dolaşıp oralardaki Türk-Amerikan derneklerini enerji vermeye, onları uyandırmaya, tepki vermelerini sağlamaya çalıştım. Amerikan politik sistemde seslerini yükseltmeleri için onları birlik olmaya davet ettim.  Tüm bu çalışmalarım belirli bir diriliş sağlamıştır ama yeterli mi, tabii ki değil.

ABD’deki Türklere mesajınız nedir?

Bulunduğun yerde sesini duyur. İşini iyi yap, yüksel, kendini sevdir ve saydır.  Çocuklarını çok iyi eğit ve eğitimlerinin her noktasında onların gittiği okullarda gönüllü görevler al. Türk kültürünü her platformda tanıt.

Her seviyedeki temsilcini, politikacını mutlaka tanı; onları ziyaret et. “Ben Türküm, falanca konuda şöyle düşünüyorum. Filanca konuda sizinle hemfikirim ya da değilim” de. Onların seçim kampanyalarına da yardımcı ol. Amerikan sosyal yaşamına ve sistemine gir. Türkiye’yi çok fazla yaşıyorsun, tamam ama sokağındaki Amerikalı komşularını bile bilmiyorsun. Türk dizilerindeki herkesi gözü kapalı sayıyorsun ama Amerika’yı çekip çeviren partiler, politikacılar, fikir önderleri, medya ve akademiyadaki liderleri kimdir bilmiyorsun ve merak da etmiyorsun.

​​​​​​​

Amerikan yaşamına daha etkili bir şekilde girmelisin. Sadece canın yandığında kızgın tepkiler vererek olmuyor bu işler. Hayat sadece laylaylom değil. Türk derneklerine hemen üye ol, gönüllü görevler al, onlara cömert bağışlar yap. Birlik ol, ilgilen, bilgilen, ses getiren etkinliklere imza at.  Taşın altına elini sok artık. Devlet yapsın zihniyetinden vazgeç, burası Amerika.  Burada bireyler devletten bile daha güçlü olabiliyor. Öyle “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diye düşünme. Suya, sabuna dokunmayan, pasif, ilgisiz, bilgisiz, beceriksiz, kişiliksiz, şahsiyetsiz birisi olma. Bunun hiç kimseye faydası yok. Bilakis, gümbür gümbür ol. Çık meydana.  Tarihini, kültürünü tanıt. Türkiye’mize de yardımını, ilgini, desteğini hiçbir zaman eksiltme. Bunları yaparsan, emin ol, hayattan çok daha fazla zev alacaksın. İstatistik olma, birey ol.


Türk gençlerine tavsiyeniz neler?

Kendinizi sürekli eğitin. İngilizceyi çok iyi öğrenin. Yaratıcı olun. İnovasyon yapın.  Üretin. Kısa yoldan zengin olma hayallerine kapılıp kendi kendinizi boşuna yıpratmayın. Gelişmeleri dikkatle takip edin. Çok okuyun. Çok öğrenin. Etrafınızı çok iyi gözlemleyin. Sorunlara çare bulma için düşünün, merak edin, araştırın. Bir de tabii sağlıklı yaşayın. Diyetinizde sebze, meyve, salata en büyük yeri kaplasın. Bol şu için.  Mutlaka spor yapın. Şahsi temizliğinize önem verin. Ellerinizi günde otuz defa yıkayın ki hasta olmayın, çünkü hasta olan insan başarılı da olamaz, para da kazanamaz. Kurallara mutlaka uyun. Risk alın ama hesabına yaptıktan sonra.  Hesapsız risk kumardır; eninde sonunda kaybedersiniz. Bütün bunları yaparsanız, sağlıklı, mutlu, uzun ve başarılı bir hayat sizi bekliyor olur. Çok başarılı olursunuz.

Biliyorum uzun zamandır buradasınız. ABD'ye uzun yıllar önce geldiniz. Onca şeye tanıklık ettiniz. Neler değişti, bugüne dair izlenimleriniz neler?

Amerika’ya 42 yıl önce geldim ve her yıl, her ay, her gün toplumun yavaş yavaş değiştiğini gördüm. 42 sene önce faks muazzam bir yenilikti. Telefonlar kablolu, iletişim posta pulu ileydi. Biz sanki uygarlığın zirvesindeydik. Derken 1990’larda Bill Clinton’un “Information Süper Highway” kavramı ortaya çıktı. Ama ne çıkış! Microsoft, Apple, Google... Derken dotcom furyası geldi ve ardından da büyük çöküş.

Tam uygarlığın artık en tepe noktasına vardık diye düşünürken, bu sefer de daha önce hayalini bile edemeyeceğimiz akıllı telefonlar, Facebook, Twitter, Instagram, Linkedİn, vs çıktı ve alışverişler çevrimiçine (internete) kaydı. Amazonlar, Uberler, AirBnB ler ile yaşam bambaşka bir hal aldı.

Benim 1970'ler ve 1980’lerde yaşadığım dünya, sanki bin yıl geride kaldı. O günleri yaşayanlara 2020 leri anlatmak mümkün değil.  Yine uygarlığın zirvesine ulaştık artık dediğimizde bu sefer de yapay zeka, robotlar, cobotlar (cooperating robots), büyük veri, algoritmalar, kodlamalar sağanak halinde geliyor. Artık kendi kendime zirveye ulaştık algısını falan da dayatmıyorum.

Bilinmeyen sulara o kadar hızlı yelken açmış vaziyetteyiz ki, yarın bile neler göreceğimizi bilemez olduk. Ama bunlar benim çok hoşuma gidiyor, yanlış anlaşılmasın. Şikayet etmiyorum. Hayatı kolaylaştıran, doğaya saygılı, insana saygılı ne kadar yenilik varsa gelsin. Hepsine kapım açık.

Röportajın başında bahsettiniz çok iyi maaşlar alırken kendi firmanızı kurmaya karar verdiniz. Girişimcilikte nasıl başarılı oldunuz?

Bu da üzerine kitap yazılacak bir soru.  Üniversite öğrenci grupları beni davet ediyor ve onlara bu konuda power point sunumu yapıyorum. O bilgilerin hepsini buraya yazmaya kalksam bu yazı bitmez.  Ama şu kadarını söyleyeyim. Sanayinin ve/veya tüketici toplumun en fazla ihtiyaç duyduğu konuları dikkatle gözlemleyeceksin. Notlar alıp araştıracaksın. En kuvvetli olduğunu hissettiğin bilgi ve yetenekleri güzelce harmanlayarak, kendini girişimcilerin dünyasına savuracaksın.

Sermaye ve tecrübe kazanmak için iki yıl küçük, iki yıl orta ve iki yıl büyük bir firmada çalışmayı öneririm. Aradaki kültür farklarını görmek ve yaşama açısından önemli.  Bunları yapan ve ardından kendi işini kuran kimseyi hiç kimse tutamaz.  Bank of America’nın yayınlarına göre, California’da yeni kurulan firmaların yüzde 97’sı ilk üç yılda batıyor. Bunun nedeni tecrübesizlik nedeniyle yapılan pahalı hatalar ve bunların doğal sonucu olarak beliren dayanılmaz bir nakit-akışı sıkıntısı.

Peki bir insan kendi işini kurmaya hazır olduğunu ne zaman bilir? O insanın kalbindeki girişimcilik hırsı adeta bir orman yangınına dönünce. Artık kendi işini başlatma arzusu uykularına girince. Şurası kesin ki tereddüt ve korku ile girişimcilik olmaz. Darbelerle sarsılmak normaldir.  Esas olan darbeleri yiyince tekrar ayağa kalkıp, tozları silkeleyip, savaşa kaldığı yerden devam edecek azim, tahammül, sebat ve sabri sergileyebilmektir. İşimi kurduğum ilk yılda, işçilerimin parasını ödedikten sonra beş parasız kaldığım günleri nasıl unutabilirim?

Son söz sizin lütfen buyurun. Ergün Bey...

Hayaller kurun ve o hayalleri sonuna kadar kovalayın.