Cumhuriyetin kuruluşundan 1950'li yıllara kadar geçen süre için Türkiye'de demokrasiden söz etmek pek kolay değildir. Zira kuruluşundan 1950'li yıllara kadar Türkiye'de açık veya kapalı uygulamalarla resmî ideoloji arayışları hep var olmuştur. Demokrasi, 14 Mayıs seçimleriyle bir ufuk olarak Türk insanınca kucaklanır. Ancak arada gölgeler vardır! Seçimler arifesinde ordunun iktidarı DP'ye bırakmayacağı tarzında ortaya çıkan söylentiler, DP'nin iktidara gelince ordu kademesinde yaptığı tasfiyeler, CHP'nin daha ilk güven oylaması sırasında Meclisi terk etmesi, aynı günlerde bir grup askeri uçağın şehir ve köyler üzerinden geçerek "halkın İnönü'nün şahsı etrafında toplanarak desteklemesi gerektiği tarzında beyannameler atması ve Menderes'e bir albayın darbe ihbarı" demokrasinin ilk yıllarındaki gölgelerdir. Nitekim 1950'li yıllar ne hukukî olarak, ne siyasî sistemin demokratik bir yapıya kavuşturulması ne de uzun bir geçmişe dayalı "millet ile aydın jakoben ile azınlık" arasındaki zıtlaşmanın giderilmesi açısından gerçek mânâda bir demokratik uzlaşma zeminine oturmayacaktır. Burada iktidardan düşen CHP'nin daha ilk günden hırçınlaşması, meselâ seçimlerin üstünden birkaç ay geçmeden DP'ye karşı düşman hedeflenmişçesine "ege taarruzu" adını verilecek propaganda gezilerine başlaması ülkedeki kamplaşmanın temelidir. DP iktidarınınsa, tek parti dönemi alışkanlıklarının doğurduğu bazı davranış benzerliklerini sergilemekten kendini kurtaramayarak demokrasiyi halk baskısına dönüştüren bir biçimden uygulaması ortamı geren diğer unsurdur!... Ayrıca 1950 seçimleri sonrasında, "sivil-asker" zıtlaşması görüntüsü veren davranışların üzerinden çok geçmeden ilki 1952 yılında Kara Harp Okulu öğrencilerince teşkilâtlandırıldığı söylenilen, ama 1956'da Albay Talat Aydemir tarafından kurulduğu bilinen "askeri cunta", nihayet 16 Ocak 1958'de dokuz subayın tutuklanması, halk iradesi ile resmi ideolojinin çatışma noktalarının işaretleridir. Daha sonraki yıllarda Talât Aydemir tarafından kurulduğu bilinen komitenin, M.B.K. adını alarak 27 Mayıs 1960 darbesinin hazırlıklarını yaptığı belgelenmiştir. Bu seyir içinde inanılmaz gibi görünense, demokrasi savunuculuğu yapan bir siyasî partinin, CHP'nin, resmî ideolojiyi temsilen "askerî cunta ve darbe" hazırlıklarının içinde yer alışıdır!. Ve bütün bu hareketlerde ileri sürülen, DP iktidarının resmî ideolojiye karşı dini ön plâna çıkaran bir uygulama sürdürdüğü iddiasıdır. 27 Mayıs 1960 darbesi irtica varlığı, Kemalizm karşıtlığı ve demokrasiye (!) bazı hukukçuların meşruiyet kazandırma telâşı içinde gerçekleşmiştir. Darbe sonrası, siyasî yönetim ve kadrolar Millî Birlik Komitesi adına doğrudan askerî kadroların eline geçecektir. Yeni Anayasa ile Darbeyi gerçekleştirenlere tanınan imtiyazlar bu cümledendir! Ayrıca M.B.K.'in isteği üzerine, Millî Güvenlik Kurulu (MGK) adıyla bir kurul oluşturulur ve M.G.K.'un Anayasanın 111'inci maddesinde millî güvenlikle ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında yardımcılık etmek üzere gerekli temel görüşleri Bakanlar Kuruluna bildirme göreviyle yükümlü kılınır. Böylece 1961 Anayasasıyla, baskı grubu olarak askerî güç, demokrasilerde benzeri görülmeyen bir şekilde, siyasî iradeye ortak edilir. 1960 sonrasında belli bazı asker ve jakoben sivil baskı grupları, demokrasi üzerindeki yönlendiriciliklerini kâh doğrudan siyasete müdahale etmek isteyerek veya ederek -Madanoğlu, Muhsin Batur ve nihayet 12 Mart 1971 muhtıraları- ile sürdürecekler. Cumhurbaşkanlığı makamı da Cemal Gürsel'den sonra sırasıyla Cevdet Sunay ve Fahri Korutürk'le âdeta sivil iradeye güvensizliğin simgelendiği makam haline getirilecektir. 12 Mart Muhtırası sonrasında Anayasada M.G.K.'un oluşumu yeniden ele alınarak M.G.K.'a kuvvet komutanları dahil edilirken, "görüşlerin bildirilmesi" değil "tavsiye edilmesi" kaydı getirilmiştir. Daha dikkat çekici olansa, 30 Mayıs 1949'da 5398 sayılı kanunla demokratikleşmenin bir başlangıcı olarak uygulamaya alınan Genel Kurmay Başkanının Millî Savunma Bakanlığına bağlılığı kaldırılmış, Genel Kurmay Başkanı Başbakanlığa bağlanmasıdır. Böylece 1949 öncesi statüye dönülmüştür. 12 Eylül 1980 yeni bir askerî yönetimdir. Gerçekte, "demokrasi" adına yeni bir devre arası! Bu defa bütün siyasî partiler -CHP dâhil- kapatılır. Yine olağan döneme dönüş hazırlıkları yapılır. Yeni Anayasa bununla Cumhurbaşkanına verilen yetkiler, Anayasa Mahkemesi ve "iktidar için(!)" kurdurulan siyasî parti MDP, yeni dönemde "istenilen belirlenmiş demokrasi açısından" hazırlıkları gerçekleştirilen müesseselerdir. Sistemde yine "tek yönlü belirleme" arayışları vardır. Adı "Kemalizm, Atatürkçülük veya Atatürk Milliyetçiliği" olarak ifadelendirilen ideolojik kisve zaman zaman sütre gerisinde tutulsa da temel hareket noktasıdır. Bu anlayışın bariz bir örneği, 12 Eylül sonrası neşredilen "Türkiye'de Anarşi ve Terörün Sebepleri ve Hedefleri" isimli raporda açıkça belgelenmektedir. Burada sivil örgüt olarak bilinen ve Kemalizm kisvesi giymemiş bütün sol, sağ teşkilâtlar, cemaatler ve cemiyetler, "muzır" kapsamındadır! Yani farklı düşüncelerin tamamı neredeyse bölücülükle eşdeğer tutulmaktadır. Kemalizm çerçevesi içersinde savunulan ilkelerse "lâiklik ve devrimcilik" olmak üzere, 1980'den günümüze uzanan çizgide olduğu gibi, sadece iki odakta düğümlenmiştir. Belli baskı gruplarının gücünün kırıldığı zaman dilimleri arasında 14 Mayıs 1950'in ilk yılları, 1960 Darbesi sonrasında halkın gösterdiği seçim olgunlukları ve 1980 sonrası Turgut Özal dönemi sayılabilir. Ama bu arada 12 Mart'lar, 28 Şubat'lar ve nihayet 27 Nisan'lar hep zıtlaşmaların zirve noktaları olarak gün yüzüne aksedenlerdir. 22 Temmuz seçimleri ile ortaya çıkan son durumsa ümit edilir yeni bir zıtlaşmanın sebebi olmaz!. Zira halkın iradesi belli baskı gruplarına rağmen yeniden şekillenmiş ve Cumhurbaşkanlığına Sayın Gül yine aday olmuştur. Bu noktada onu beğenip beğenmemiz değil, halkın iradesine göstereceğimiz saygı ile birlikte demokratik olgunluğumuz gündemdedir. Bekleyip göreceğiz... gulizs@preston_trade.com