Haftalık yazıma geçen hafta kaldığım yerden devam etmek istiyorum. Konumuz profesyonel ordu… Öteden beri, her Türk vatandaşının mutlâka mecburi hizmet anlayışıyla vatan görevini yapmak durumunda olduğu inancını taşımaktayım. Bu vatan topraklarında yaşayan, nimetlerinden şu veya bu şekilde istifade eden vatandaşlarımızın, “vicdanî red” filan gibi sahtekârlıklara sığınmadan, vatan görevini yerine getirmesi gerektiği düşüncemi, hele böylesi bir coğrafyada kaçınılmaz şart olarak görürüm. Ama bu, adını profesyonel ordu veya özel birlik ne koyarsanız koyunuz, ülkemizde böyle bir yapılanmaya ihtiyaç duyulduğu görüşüme de engel teşkil etmez. Zira vatan topraklarımız üzerinde yüzyıllardır oynanan oyunlar ve bunların bitecek gibi görünmemesi yanında coğrafî konumumuzun özellikleri de profesyonel ordu veya özel birlikler yapılanmasını gerekli kılmaktadır. Profesyonelleştirme zaruretlerinden biri, hatta birincisi iç güvenlik konusunda çeşitli şekillerde karşımıza çıkan ve bir türlü durdurulamayan terördür. Yıllar önce “devrim(!)” adı altında ortaya konulan senaryonun, sonraları mezhebî ve etnik bir zemine oturtulmasıyla devam eden terör, esas itibariyle Türkiye üzerinde, adı değiştirerek uygulanan metodlardan başka bir şey değildir. Ancak ne yazık ki yıllardır çeşitli gerilla taktikleriyle sürdürülen başkaldırı denemeleri, başvurulan çeşitli yöntemlere rağmen bugüne kadar ortadan kaldırılamamıştır. Jandarma ve polis kuvvetleriyle başlayan, nihayet ordu güçlerimizi de içine alan geniş yelpazeli mücadele, zaman fasılalarında duraklamalar olsa da, hâlâ devam etmektedir. Üstelik devrimcilikten yola çıkan ve neredeyse 40 yılı aşkın bir süreye yayılarak devam eden terörizmin ortadan kaldırılmasında, yukarıda bahsi geçen üç kurumumuzun da tam bir başarı sağladıklarını söylemek mümkün değildir. Bir aralık, gerilla eğitimi verilerek terörle mücadeleye odaklandırılan polis teşkilâtımızın özel timlerinin bu mücadelede, genel anlamda, önemli başarıya ulaştığı hatırlardadır. Ancak bir yandan özel timlere verilen ağır silahların ordu yetkililerini rahatsız etmesi, diğer yandan bu timlerin bazı suiistimallere sebep oldukları iddiası başarıyla sürdürülen uygulamanın sonlandırılmasına yol açmıştır. Jandarmamıza gelince. Görevinin belli sınırlarla çerçevelenmiş oluşu ve tıpkı askerlik hizmetindeki gibi profesyonellikten uzak yapısı terörle yapılan mücadeledeki başarıyı engelleyen sebeplerdir. Böylece ordu fiilen konunun ilk aktörü konumuna gelmiştir. Özetle, profesyonelleşmiş yapıya bürünerek gerilla savaş tarzını benimsemiş terör örgütleri karşısında profesyonel olamayan kurumlarımızın gereken başarıya ulaşamadıkları açıktır. Bu durumda, bir taraftan manevî ve maddi zayiatlar artmaya devam etmesi üstelik sonlandırma noktasının hâlâ belirsizlik taşıması yeni bir yapılanmayı gerekli kılmaktadır. Ama şu düşüncemi tekrar dile getirmek isterim… Türkiye, terörizmin konuklandığı, beslendiği Kandil dağı ve çevresini kontrol etme şansını ABD’nin iki defa gerçekleştirdiği Irak Savaşlarına müdahil olmamakla, kim ne derse desin, bence iki kere kaybetmiştir. Türkiye bugün ABD istihbarat verecektir(!) veya bay Barzani rıza gösterecektir(!) oyununun yardımcı aktörü konumundadır. Kısaca başkalarının elinde, istense de istenmese de, ikinci sınıf oyuncudur. Bu öteden beri savunduğum bir görüştür ve Türkiye önemli fırsatı, şu veya bu sebeple, kaçırmıştır. Şimdi hızla yapılması gereken sınırlarımızın kontrolünü sağlayacak elektronik donanımların bir an önce tamamlanması ile birlikte “profesyonel sınır birliklerinin” kurulmasıdır. Gerilla savaş taktikleriyle yetiştirilecek olan Birliklerdeki hizmet süreleri, uzmanlık sağlayacak süreç de dikkate alındığında insanın fizikî yapısının bu savaşa cevap veremeyecek yaş hududu ile sınırlandırılmalıdır. Sanırım 35-38 yaşları uygun olabilir. Bu yaşlarda görev süreleri tamamlanmış profesyonellerin bir bölümünden masa başında istifadeye devam edilebileceği gibi, diğerlerinden de başkaca sahalarda yararlanılma imkânları herhalde önceden plânlanmalıdır. Fakat en önemli hususlardan biri, hayatlarını açık bir şekilde riske eden bu insanlarımızın hayatta kalmaları halinde geleceklerinin, şehit olmaların halinde ise ailelerinin kimseye muhtaç olmadan yaşayışlarını sürdürecek malî kaynaklara sahip kılınmalarıdır. Şimdi asıl cevaplandırılması gereken soruya gelmiş bulunuyoruz. Profesyonel Ordu veya Özel Birlik ordu bünyesinde mi, yoksa sivil otokontrolün önem taşıyacağı bir yapı içersinde mi yapılandırılmalıdır? Konudaki düşüncem hizmetin sivil-asker işbirliği içersinde yürütülmesidir. Meselâ, kurulmuş ama henüz tam anlamıyla yapısı şekillendirilmemiş görünen “Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığına” gerekli yapısal güç sağlanılarak konudaki sorumluk verilebilir. Özellikle son günlerde gündemi işgal eden, ürperdiğim ve inanmakta zorlandığım MİT’in ses kayıtlarına düşen “Heron’dan alınan bilgilerin saptırılması” konuşması, yukarıdaki düşüncemi kuvvetlendirmiştir. Tabiatıyla sivilin de, askerin de içinde “hain” bulunabilir. Ama hiç değilse farklı zeminler farklı korku, endişe ve otokontrol mekanizmalarına cevaz verir… Fakat, adı profesyonel veya özel Birlik, her neyse, bir an önce kurulmalı ve yetişkin, gerilla eğitimi almış askerlerimizle şu menhus terör yok edilmelidir. Böylece 45 günlük piyade eğitimi ile orduya katılan gençlerimiz terör dışında başkaca hizmetlerde vatani görevlerini ifa etme durumunda olurlar. Konuda bir başka görüşüm daha var… Bunu sanırım farklı vesilelerle okuyucularımla paylaşmıştım. Ama olsun… Bir kere daha dile getirmek istiyorum. Türkiye’mizin coğrafyası, dünyanın pek çok yöresinde ortaya çıktığı gibi, doğal afetlerle boğuşmak mecburiyetinde bulunuyor. Bu afetlerin başında çölleşen tabiat yapısı bulunmaktadır. Her yıl yanan, yakılan ormanlar, yerlerine ikâme edilenlerinde karşılaşılan güçlükler hep bilinenlerdir. Fakat bu arada gözlenen bir başka gerçeği de göz ardı etmemeliyiz. Ordumuzun koruması altında olan, bir anlamda “yasak bölge” statüsünde bulunan, yörelerdeki ağaçlık arazilerin mükemmel tarzda korunmakta ve çoğu defa yangın tehlikesiyle karşılaşmaktadırlar. O halde diyorum… Bugün mecburi hizmet kapsamında sayıları 450-500 000 civarında olduğu söylenen askerlik hizmetlilerimizin bir bölümü “Çevre Koruma ve Ağaçlandırma Askerliği” ile yükümlü kılınamaz mı? Böylece ülkemiz Çevre Askerleri ile emir-kumanda zincirinde bir taraftan ağaçlandırılırken, asıl mesele olan ağaçlandırılan yörelerin bakım ve korunması da sağlanılmış olur. Orman arazisinin “bakım-koruma zinciri” konusunda bir tecrübemden yola çıktığımı dile getirmek isterim. Gebze’nin Dilovası bölgesinde Sanayicilerimizle kurmuş olduğumuz DİSAV vakfının başkanlığını deruhte ederken yörede bulunan makilik bir araziye 81000 ağaç dikmiş ve bunun bakımını yaptırmakla kalmamış, gece-gündüz koruma altına da almıştık. Sonuç muhteşem bir orman arazisi olacaktı… Ormancı dostlar belki yukarıdaki teklife alınacaklardır ama bu onların görevlerine müdahale değildir. Teklif, belli sayıdaki bir gücün mecburi istihdamı ile özellikle bakım-koruma konularında askeri hizmet anlayışından istifade etmek anlamı taşımaktadır. Sonrası mı? Belki bir adım daha ileride özel bir statüyle profesyonelleştirilerek ülkemizin çevre meselelerine çözüm üreten bir yapı “Çevre Askerliği” hüviyetine kavuşturularak işsizlik sorununa da çare getirmiş olur. Bu fikirleri ileri sürerken sayıca NATO’nun ikinci büyük ordusu hüviyeti taşıyan Türk Ordusunun değerini küçültmek düşüncesinde değilim. Ama bilinen bir gerçeği de, yaşadıklarımızdan hareketle, hatırlatmak isterim. Ordu bünyesinde “askerlik” adı altında birçok avare-kasnak insan bulunmaktadır. Bunların çalışır hüviyete kavuşturulması hatta işsizlikten kurtarılması gerekir ki, gerek profesyonel birlik, gerekse çevre askerliği düşüncesi bu noktadaki çözümlerden biri, hatta birileri olarak düşünülmelidir. Ordumuzsa sayıca azalmakla beraber kullanmakta ustalaşacağı teknoloji ile “sayıda azalarak kuvvetlenmek” anlayışı içinde, daha çağdaş bir yapıya kavuşacaktır. Bunun en güzel örneklerinden biri, son günlerde göğsümüzü kabartan İsrail’in “Heron”larının yerine daha mükemmel vasıflara sahip Türk “Anka”larının kısa bir süre içersinde ordumuzun hizmetine sunulacağı müjdesidir. Galiba mesele dönüp dolaşıp, kemiyetten keyfiyete ulaşmakta görünüyor. Ne dersiniz?