Mülkiye baloları çok popülerdi. Birisi 4 Aralık gecesi, diğeri de mezuniyet olmak üzere, yılda iki balo yapılırdı. Bu balolar, önce Ankara Palas’ta daha sonra Balin ve Barikan Hotelleri açılınca onların salonlarında yapılırdı. Daha sonrada Büyük Ankara Oteli açılınca, orada yapıldı. Ancak Ankara Palas’taki baloların ihtişamını hiçbir mekan alamadı. Balolara, Mülkiyeli bakan ve milletvekillerinin, yüksek dereceli devlet erkanının, müsteşarların, valilerin, genel müdürlerin hatta Cumhurbaşkanı ve Başbakanların katılmaları normaldi. 

Balolarda genellikle yer kalmadığından birçok kişinin dekanlarımızdan torpil istediğini biliyorum. Ben ve arkadaşlarım, Mülkiye balolarına devamlı iştirak ederdik. Hiç unutamadığım ve bize nasip olan balo, Mülkiyenin kuruluşunun 100 yıldönümü olan 1959’da Ankara Palas’ta verilen “100. Yıl Balosu” idi. Unutulmayacak, muhteşem bir gece yaşanmıştı. Balonun organizasyonunu Hocamız Prof. Dr. Nermin Abadan yapmıştı. 20 kadar arkadaşımızı teşrifat görevi için seçmişti. Ben de o gruba seçilmiştim. Hem çoğu Mülkiyeli devlet erkanını ağırlamış hem de sabahlara kadar dans edip, eğlenmiştik. Ankara Palas’ın altında bulunan gece kulübünde “Happy Boys” adında, o zamanın en ünlü orkestrası çalıyordu. Bizim baloda da müzikleri onlar yaptı. Muhteşemdi... O yıllarda, Ankara’da, Cemil Başargan, solistleri Melih Akbay, Orhan Sezener, Yaşar Güvenir orkestralarının konser ve müzikleri çok sevilirdi. Ayrıca kolejin “Sweeters” müzik grubu popülerdi. Ankara kolejinden kız arkadaşlarım, olduğundan ben onlarla kolejin partilerine giderdim. “Sweeters” grubunun üyeleri sonradan Mülkiye’ye girdiler, Hariciyeci oldular. Murat Sungar (Piyano), Burak Gürsel, Yeşil Giresunlu, Durul Gence aklıma hemen gelenler... Solistleri de meşhur Alpay’dı... O dönemdeki şarkılar, “Till”, Greenfields, Ma vie, Piove, Histoire del Amour, Roses were Red, Yesterday, Strangers in the Night, Put your hand on my Shoulder, Only you, Memory, Autumn Leaves, You are everthing to me, hiç unutulmuyor, hala sevilerek, söyleniyor... O yıllar romantik, duygu dolu yıllardı, danslarda slowdu. 

Mülkiyede, iki öğrenci kuruluşu vardı; “Öğrenci Cemiyeti” ve “Öğrenci Derneği”. Bunlar seçimle iş başına gelirlerdi. Daha o yıllarda demokrasi, Mülkiye içinde tam olarak tatbik ediliyordu. Öğrenci Cemiyeti, bizlerin başta yemek olmak üzere, günlük ihtiyaçlarımızı teksirlerimizi karşılardı. Öğrenci Cemiyeti Başkanları, Utku Acun (Sıtkı Macun), Sadrettin Yedidağ, Yüksel Nedim Yalçın hala hatırladıklarım... Sonra bizim sınıftan Alpaslan Işıklı (Rahmetli) seçildi ve başkan unvanını aldı. Bir ara arkadaşlarımızdan Erhan başkan olmak istedi. Erhan enteresan bir arkadaşımızdı, biraz mistikti. Beğendi bir kız vardı. Kendisine eğer başkan olursan, kızı hemen tavlarsın demişler. Bu nedenle aday oldu, omuzlarda gezdi, ancak kazanamadı. Sonra üzülmesin diye biz onu talebe derneğine aldık. 

Yemeklerimizi genellikle okulda yerdik. Kantinin yanından, lokal kısmını geçerek, merdivenlerden aşağıya yemekhaneye inilirdi. Oldukça büyük, ferah bir yemekhaneydi. Çok temiz ve hijyenikti. Yemekhane girişinde Talebe Cemiyetinden arkadaşlar durur, yemek fişlerini toplarlardı. Yemekler ucuz ve kaliteliydi. Yemekhaneye inen merdivenlerin solunda, bir gazete okuma odası ve bilardo masası vardı. Arkadaşımız Umbor lakaplı Oral Akman, kendisine özgü ağır şakaları ile tanınmıştı. Örneğin; soğuk bir kış günü yemekhanede yemeğini yiyen, Cemal Erbay’ın (Gümrükler Müsteşarı), arkasından yaklaşmış bir sürahi soğuk suyu ensesinden dökmüş, sonra katıla katıla gülmüştü. Oral, DPT’ye intisap etti, parlak bir uzman oldu. Turgut Özal’ın en güvendiği elemanıydı. Hatta şube müdürüyken, plan dokümanlarını hazırlayan uzmanlara güvenmeyip, tüm hesaplamaları sabahlara kadar oturup, kendisi kontrol ederdi. Kendisine yanlış bilgi getiren uzmanı bir yumrukta nakavt edip, bazı arkadaşları başka bir binada olan, Teşvik Uygulama Departmanına sürmesi konuşulurdu... 

Bazen hep aynı atmosferde bulunmaktan sıkılıp, yemek için başka mekanlara giderdik. En fazla gidilen lokanta “Yahya’nın Yeri” idi. Meşhur yumurtacı Kemal’e de gidilirdi. Kemal tek başına küçücük lokantasını, herkesi memnun ederek yürütürdü. Sosisli pilavı, menemeni meşhurdu... Diğer bir yer, Cebeci İstasyonu girişindeki köfteci ile gene aynı sokakta bulunan meyhane “Mantar Ahmet’in yeri” idi. Burada şarap içilir, Mülkiye tabiri ile “Küfede” yurda dönülürdü. Mülkiye’nin tam karşısında bir apartmanın bodrumunda “Şölen” adında anne-baba ve kızlarının işlettiği restoran vardı. Güzel dekoru olan, oldukça pahalı, yemek siparişlerinin menüdeki numaralara göre verilen bu lokantaya, özel günlerimizde, kız arkadaşlarımla birlikte giderdik. Bazı arkadaşlarımızda, restoran sahibinin güzel kızını görmek için giderlerdi. Diğer bir yer ise, meşhur “Piknik”ti. Piknik, Ankara’nın efsanesi olarak, herkes tarafından hala hatırlanır ve özlenir, stresli imtihan günlerinde, özellikle iyi yemek yemek, dünya güzeli cinsi latifleri görmek için, Piknik’e giderdik... Arjantin Bira, sosis, patates kızartma, şiş kebap, Rus salata, pilav Piknik’in vazgeçilmezleriydi... Ankara Koleji’nin yakınında kolej kızlarının devam ettiği, Sakarya’daki “Bob Cafeterya” rüzgarlı sokaktaki “Balıkçı Baba”, Goralı sık gidilen mekanlardı. Biz “Karpic” dönemine yetişemedik. Ancak methini çok işittik. Ancak Karpic’in baş garsonu olup, büyük Atatürk’e hizmet ettiğini her vesile ile gururla anlatan Süreyya, Karpic’ten sonra Kızılay’da, Ulus Sineması’nın altında bir restoran açtı. Oraya gider, Süreyya’nın, meşhur limonlu votkasını, salatalık turşusunu tadar, nefis Rus yemeklerini yerdik. Daha sonra, Süreyya İstanbul’a, Bebek’te bir benzin istasyonunun üstüne taşındı, ancak Ankara’daki havası bulamadı, kapandı. Ankara’da kız arkadaşlarımızı götürdüğümüz Bulvar’da Hülya “Farabide Köşk, La boheme”, İntim, Özen pastaneleri unutulamaz... Bizim dönemimizde, Büyük Sinema, Ulus, Renkli Sinemalar en fazla gidilenlerdi. Bir de Sıhhıye’de, Necatibey’in girişinde, sık sık gittiğimiz bir sinema vardı. Ankara, kültür ve sanat hayatının en zengin sunulduğu, yaşandığı şehirdi. Devlet Tiyatrolarını, Opera ve Baleleri, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası konserlerini, Ankara Sanat, Meydan sahnesi başta olmak üzere özel tiyatroları, şiir ve edebiyat günlerini kaçırmadık... Hatırlıyorum, opera ve konserlere tüm etkinliklere giderken, en güzel giysilerimizi giyer, mutlaka kravat takar, öyle izlerdik. Vestiyer mecburi olup, ücretsizdi. Şimdilerde, jean vs. gibi gevşek, acayip kıyafetlerle konserlere gelenleri gördükçe, bir tuhaf oluyorum... 

(Devam edecek)