Mayıs ayı cari açığımız 7,52 milyar USD olarak açıklandı. Toplam cari açığımız ise, dünya ülkelerinin en üst seviyesine, 425,7 milyar USD’ye yükseldi.
Bu durumda, kısaca cari açığı tanımlamakta fayda var.
Genel olarak, Türkiye’nin dışarıya yaptığı satışlar ile yani Turizm ve ihracat gelirleri ile, Türkiye’nin dışarıdan temin ettiği giderlerin yada alışların, yani ithalat’ın arasındaki olumsuz farktır. Bu fark ya da zarar, bugüne kadar dışarıdan temin edilen kaynaklarla, yani çeşitli isimler altında ama öz olarak kredilerle döndürülebilir seviyelerde idi. Fakat bu ay 7,52 milyar USD cari açığa karşılık, dışarıdan bulunabilen ya da yatırım yapması sağlanabilen kaynak sadece 563 milyon USD oldu.
Bugün medyada herkes bunu işliyor, “Yatırımcılar neden gelmiyor?”, “Geçmiş aylarda cari açığımız kadar, hatta daha fazla kaynak bulabiliyorduk.” konuşmalarına şahit oluyoruz.
Kesinlikle bu konu da sorgulanmalıdır, ama Türkiye’nin asıl problemi bu değil ki! Kaynak bulamıyoruzu tartışırken, işin özünden uzaklaşıyoruz. Kaynak bularak kendimizi başka ülkelere bağımlı yapmaktan başka bir şey elimize geçmiyor ki. Bizim neden satışlarımız, alışlarımızdan fazla olmasın? Neden biz “başka ülkelere kaynak vermeyelim ve onları kendimize bağımlı yapmayalım?..” Bugün bu konuyu konuşuyor olmamız gerekmez mi?
Kendimizin şirketi olsa, hangimiz bu kadar zarar etmiş ve kendi varlıkları kalmamış, bir şirkete sahip olmak ister. Sanırım kimse istemez.
Bu arada eş zamanlı olarak, Merkez Bankası piyasalara 2,5 milyar USD sundu. Yine yapılan yorumlar  şöyle idi; “yaşadığımız sıkıntılar yüzünden, USD’nin daha fazla yükselmesini engellemek için, piyasalara USD sunuldu”.
Oysa ki Merkez Bankasının asıl amacı, yukarıda belirttiğimiz kaynağı bulunamayan 7,52 milyar USD’lik açığın, bir kısmını karşılamak ve piyasaları bu dar boğazda biraz olsun rahatlatmaktır. Bu sayede tabii ki kaynak bulabilmiş Türkiye piyasalarının, para değeride artış gösterecektir.
Bu arada USD’nin yükselmesinin asıl sebebinin, “piyasaların kaynak bulamaması, USD nin piyasalarda tükenmesi ve tabii ki yurtdışı borçlarının ödenememesi” olduğunuda belirtmiş olduk.
Kaynak olarak gördüğümüz batıya  sempatimiz, 1850’lerde Osmanlı zayıflamaya başladığında özellikle Namık Kemal’in Avrupaya gitmesi ve burada gördüklerini,  Londra üzerinden bizlere anlatmasıyla başlamıştır. Medeniyeti, sanayileşmeyi metheden yazılarını okuduğumuzda, batıya sempatimizde artmaya başladı. Namık Kemal, o güne kadar bu seviyede teknolojik herhangibir yapı ve işlev görmemişti ve adeta büyülenmişti. Bunu da yazılarına taşıdı ve okuyucularına da bu heyecanı yansıtabilmişti. Teknolojinin büyüsü, okurlarında gözlerini kamaştırmıştı.
Çok, çok sonraları ortaya çıkacaktı, medeniyetin insana güzel bir yaşam sağlarken, dünyayı paylaştığımız diğer tüm canlılara zarar verdiği.
Bu bahsettiğimiz medeniyetin içinde, yukarıdaki borçlar ile yaşamaya çalıştığımızda bizleri 2 şey korur. Bir’i hukuk, diğeri ise ahlâk.
Hukuk çiğnendiği zaman ceza alabiliriz ve bir şekilde erken çıktığımızda “işini bilen ya da zeki” (bazı cezalar hariç) olarak bile anlatılabiliriz. Ama ahlâki değerlerimizi çiğnersek, toplumda yapayalnız kalıveririz. Ahlâksızlığın cezası çok daha ağır. Bugün halen “ahlâk” maneviyatımızda önemli bir yer tutuyor, yarın ise “para” onun önüne geçebilir.
Bizleri ekonomik verilerden, spekülasyonlardan, siyasetten, dış güçlerden ve diğer olumsuzluklardan, sadece ve sadece ahlâki değerlerimizi ön planda tutmamız koruyup, düzeltebilir.