Uluslararası zeminde son haftaların yaz sıcağında sıcak gelişmelerin beklenmesi hiçte sürpriz değildi. Yunanistan’daki seçimlerden sonra kurulan koalisyon hükümetinin iki ucu sivri tahterevallide ne kadar ayakta kalacağı, şimdilik, meçhul! Ama AB’nin EURO konusundaki direnci, Yunanlılara hafif yollu tavizler verme hususunda bir sebep teşkil edecek gibi görünüyor. Nitekim geçen hafta AB liderlerini bir araya getiren son toplantı, önceki kararlara göre biraz daha esnek davranır görüntüsü vermesine rağmen temelde EURO’nun kurtarılması ve de Yunanlıların kemer sıkmaları prensibinden fazla bir değişiklik içermediği ise ayrı bir gerçek…
Belki birçok kimse tarafından tuhaf karşılanacaktır ama, konudaki yazılarımı okumuş olanlar bileceklerdir ki AB konusunda sürdürdüğüm görüşlerimden biri, AB’nin askerî olmayan ve fakat açık isimlendirilmemiş bir Alman hâkimiyeti yapısına, her geçen gün biraz daha çok büründüğüdür. Bir başka ifade ile Almanya’nın 1nci ve 2nci Dünya Savaşlarında elde edemediğini, ekonomik güç ve Birlik şemsiyesi altında gerçekleştirmekte olduğudur. İsterseniz buna Avrupa yönetiminin Almanya’nın elin geçmekte olduğu da, diyebilirsiniz!
Düşüncelerimi teyit babında, biraz Şeytanın avukatlığını yapmakla yola çıkmakta yarar olacaktır… Şöyle bir hatırlamaya çalışalım. 1990’lı yılların başlarında Batı ile Doğu Almanya’nın birleşmesi gündeme geldiğinde Batı Almanlar, büyük bir ekonomik yükün altına girmekte olduklarını, Doğu’nun çağdışı sanayi yapısıyla karşılaştıklarında çarpıcı bir şekilde anlayacaklardı. Bu durumda Batı’da işleyen çarkın sarsıntı geçirmesini önlemek ve Doğu’yu da kalkındırabilmek için alınması gereken bazı tedbirlere ihtiyaç vardı. Bu tedbirlerin alınması zımnında da öncelik tabiatıyla, AB değil, Almanya’nın âlî çıkarları ve de DM gelecekti! Nitekim Almanya’da faiz oranları yükseltilerek iki kuş birden vurulacaktı. Bu yolla Almanya’ya yeni bir para akımı sağlanacak ve böylece dış kaynak takviyesiyle Doğu’nun kalkınması daha çabuk ve geniş bir yelpazeyle elde edilmiş olacaktı! Bir başka açıdan bakıldığında, zaten çarkları iyi kurulmuş Batı Alman ekonomisi, açık ve fasıla vermeden gücünü muhafaza etmekteydi. Bu durum karşısında, iktisaden Alman’ya ile yarışmakta sıkıntıları olan birçok ülke, ister istemez, ellerindeki kaynakları da kaybetmek endişesiyle faiz oranları üzerinde oynamak zaruretini duyacaklardı. Ancak ülke ekonomileri için bunun faydadan çok zarar tevlit etmesi kaçınılmazdı! Alman ekonomisi ise birleşmenin başlangıcında, halk üzerine tahmil edilen yükler dolayısıyla biraz söylense de, Doğu’nun ekonomisini beklenenden kısa sürede düzlüğe çıkarma yolunu bulacaktı. Sekiz, on yıllık bir süreçten sonra, hiç kaybetmediği emsalen en güçlü olma vasfını tekrar Avrupa’nın en güçlüsü hüviyetini tescil ettirdiği bir zeminde EURO’ya geçişle daha da güçlü hâle getirecekti.
EURO’ya geçildiğinde Birlik bünyesindeki ülkelerin hiç birinin Alman ekonomisi ile yarışabilme şansının olmadığı açıktı. Onunla yarışma temayülünde olan Fransa ile İngiltere’den ikincisi, muhtemel gelişmeleri daha başlangıçta sezinlediğinden EURO’nun dışında kalmayı tercih edecekti. Fransa ise ikinci kalmaya razı haldeydi. Fakat, asıl mesele başlangıçta teşhisi tam konulamayan ve 2008 yılından itibaren emareleri görülmeye başlayan ekonomik krizin sığınağı AB’nin genelde çok eşdeğerli olmayan yapısı içinde, EURO zemininde, gerçekleştirilebilir miydi? Sorunun cevabı oldukça müphemdi! Ama bu AB içinde Almanya’nın giderek güç kazanmasına vesile ve Avrupa ekonomisinin kontrolünün daha çok Almanya’nın eline geçmesini sağlayacaktı… Hele kriz Yunanistan’da odaklaşıp İtalya, İspanya gibi büyük ekonomilerde de işaretler vermeğe başladığında Almanya’nın ağırlığı kendini biraz daha belirginleştiriyordu. Zira Almanya, diğer ekonomilerin büyümesine imkân vermeyen, hadi öyle demeyelim ama durağanlaştıran “kemer sıkma” politikalarının öncülüğünü, hatta kumandasını elinde tutuyordu. Bir başka ifade ile Almanya AB içinde yürütücü veya kurtarıcı güçtü. İktisadî ağırlık siyasî ağırlığın ayak sesleri olarak değerlendirilmeye bilinir! Ama iflas içinde çırpınan Yunanistan’ın hâline baktığımızda iki kötüden birinin ufukta görüldüğünü söylemek de mümkündür. Bunlardan biri, zaten dışında olanların bulunduğu da dikkate alınarak, EURO bölgesinin küçülmesine karar vermek. Yahut Almanya’nın, de facto, hâkimiyetini kabullenerek onun yönetimine rıza göstermek.
Son AB liderlerini bir araya getiren toplantıda alınan Avrupa Merkez Bankasının kaynaklarını arttırıcı kararlara rağmen ekonomik sıkıntıları Yunanistan kadar görünmese de peşine takılmış görünen İtalya, İspanya, İrlanda, Portekiz ve nihayet Güney Kıbrıs’da da krizin varlığı ve boyutlarının büyüme temayülü taşıdığının işaretleri bulunmaktadır. Bu devam ederse AB’nin durumu ne olacaktır? Sanırım o zaman İngiltere Başbakanının söylediği; “EURO çevresinde değiliz ama bu genişleyen krizin ülkemize sıçramaması anlamına gelmez. Bu yüzden belki hemen değil ama belli bir süreçte İngiltere’nin AB bünyesinde kalıp kalmayacağını referandumla halkımıza sormamız gerekebilir!” Ne dersiniz? Krizin ve EURO’nun sallantılı durumunun devamı halinde, bu ifadenin giderek başka ülkelerde de dillendirilmeyeceğini söyleyebilir miyiz?
Peki, şimdilik yükü taşır görünen Almanya, bütün bu sıkıntılara çıkarı yoksa, neden tahammül göstermeğe devam etsin? Acaba Almanlar AB konusunda çok mu idealist duygular içinde bulunuyorlar? Bunu dile getirirken Güney Kıbrıs’ın AB başkanlığını almak durumunda olduğunda bir Alman yetkilinin söylediği “bu teslimin ciğeri kediye teslim etmekten farkı yok!” söylemini hiç dikkate almadığımı söylemeliyim!.. Kısaca Almanya, çok yönlü çıkarlarını ve hâkimiyet unsurunu devam ettirdiği sürece EURO’nun kriz içinde de olsa varlığına ve de Birliğe tahammül gösterecektir. Sonra? Üstelik hâlen Almanya, ekonomik gücü ile zaten Hinterlandına ulaşmış olduğundan ötesinin fazlaca değeri kalmayabilir! Fakat galiba asıl mesele, Türkiye açısından, bizim takma kafalı aydınlarımızın AB konusunda bütün bu gelişmelerin ne kadar farkında olduklarıdır…