Bir zamanlar Venüs gibiydik… En azından bilim adamlarının deneyleri sonucu, iddia, ardından ispatı bu… Ama güzel bir cümle, hatta birine kursak “İltifat ediyorsun” der. “Bir zamanlar Venüs gibiydik”
Venüs gezegeni, hani şu gündüz bile görebildiğimiz, bir dönem yıldız zannedilen yer… Yüzey sıcaklığı 500 dereceye yaklaşan (Bu sebepten yıldız gibi parlayan), sülfürik asit bulutlarının dolandığı, karbondioksitin durmadan geviş getirdiği yer… Özet ile; İnsanın yaşaması mümkün olmayan yer…
Ama neyse ki Dünyamız, Venüs’ten daha şanslıydı.… Nedeni basit…
Çünkü kahramanlar yaratabilmişti…
Bir zamanlar Dünya’yı da Karbondioksitler, cüce boylarına oranla, içi keskin dişlerle dolu kocaman ağızlarını açıp kapatıp, tüketiyorlardı. Milyon yıllar sonra bir gün; Cüneyt Arkın gibi kırmızı peleriniyle su yüzeyinde beliriverdi “Siyano bakterileri…” Bitkilerin, yeşilin o en minik atası…
Bulunduğu yeri ateşe çeviren Karbondioksitleri emmeye ve ardından Karbondioksitlerin hiç sevmediği, dayanamadığı ve onu öldüren oksijeni üretmeye başladı. Karbondioksit emen bu mucizevi bakteriler, karbondioksit ile hiç bitmeyecek bir savaşa işte o gün girdi.
Bir annenin evladı için savaşması gibi savaştılar İnsanlık adına… Henüz biz farkında değildik belki ama bizim için mücadele veren işte o minik yeşilciklerdi… Bizimle birlikte tabi onlarda gelişti, büyüdü… İşlevleri daha da arttı. Hayatımızdaki anlamları daha değer kazandı…
İşte o günkü kahramanlarımız Siyanolar, bugün ormana evrildiler…
Yıllar geçmeye devam ediyor, Dünya değişiyordu. İnsanlar yaşam için mücadeleye başlamıştı. Bu mücadeleyi körü körüne yapanlar oldu. Ormanın kadir kıymetini bilmeyenler oldu.
Bunlara tarihten hemen örnek verebiliriz. Grönlandlılar, Mayalar, Polinezler, Antik Mısır, Anasaziler, kısmen Atlantik, İnkalar vs…
Hepsinin de kıyametleri ormansızlaşmayla başladı… Bunlar dönemlerinin başında çok zengin olmuş toplumlardı. Belli bir kültüre ulaştılar. Büyük yapılara imza attılar. Bu yapıların birçoğu bugün bile nasıl yapıldığına dair soru işaretleri taşıyor. Sanat alanlarında ilerleyebilmiş, demokratik yapılar kurabilmişlerdi. Ama doğayı yeterince tanımak için çabalamamışlardı.
Ağaçlar, bazı bölgelerde toprak ve suyun durumuna göre daha hızlı büyür. Bazı bölgelerde ise çok daha yavaş büyür. Ağacın büyüme durumuna bakılmaksızın ağaç kesilemez, kereste, ısınma, aydınlanma ihtiyacı karşılanamaz.
Bu halklar ne yaptı? Artan nüfusları sebebiyle daha fazla tarım yapma ihtiyacı için ağaçları yakmış. Kimi ısınmak, kimi evine çatı yapabilmek için ağaçları azalmasına aldırış etmeden kesmiş… Evet hem de çevrenin tahrip olmasına, iklimlerin farklılık göstermesine aldırış etmeden… Ve sonunda olan olmuş. Artık tarım yapmaya imkânları kalmamış. Çünkü yer kayması durdurulamamış. Toprağı tutan kökler kaybolmuş. O da yetmemiş bir de tuzlanma sorunları baş göstermiş. İşte bu geri dönüşü en zor, çok ciddi bir sorun… Yaradılışın en başında her yer okyanustu. Kara parçaları oluştuğunda okyanus tuzları toprağın altında kaldı. Milyon milyon yıllar, tuzların üzerine adeta drenaj çekti. Bazı yerde kil kapladı, bazı yerde kömür, bazı yerde çakıl taşı kapladı.
Evet doğa kendini koruyabilmek için kendine drenaj çekiyordu… Rutubeti, çürümeyi engelleyecek güçlü bir drenaj… Kesinlikle toprak tuzlanmamalıydı. Toprak’da bunu engellemek için kolları sıvadı. Yüreğini, bağrını o ilk ve en büyük kahramanımız Siyano bakterilerinin evlatlarına ayrık otlarına ve olabildiğince kökü uzun ağaçlara açtı. Böylece yağan yağmurlar daha fazla emiliyor, bol bol oksijen üretiliyor, toprağın kayması engelleniyordu. Bitkiler, suyun daha az alt katmanlara gitmesi için çalışıyordu. Daha aşağılara süzülebilen azalmış su da bir başka korunak çakıl, kil, kömüre takılıp üzerlerinden başka bölgelere akıyordu. Ulaşılması bilim isteyen yeraltı akarsuları oluşmuştu. Doğanın bu iş birliği ile yıllanmış tuz tabakalarına su ulaşmıyor ve tuzun çözülmesi, tatlı suya karışması, verimli toprağa ulaşıp toprağı çölleştirmesi engelleniyordu.
Ama nüfus artışlarıyla tahribatın boyutunu ayyuka çıkartan bazı halklar, bir süre sonra önce çocuk doğurmamaya sonra da vahşi katliamlara başladı. (Bu arada bugün de bunu yapan ve kendine gelişmiş ülke adını veren ülkeleri hemen bir çırpıda saymışsınızdır.) Tükettiği, halka yetmiyordu. Yetersiz geliyordu. Yıllar geçtikçe ihtiyaçları dinmiyordu. Gün geldi ayakta kalmak zorlaştı. Can havliyle etrafa saldırılar başladı. Önce yakın kabilelere saldırdılar. Onlar da bitti. Pas tutmuş demir gibi içi içini kemiriyordu. Farkında değildi ama yozlaşıyor, çürüyordu. Bir süre sonra da kendi kabilesinden insanlara saldırı başladı. En nihayet başkasının buğdayını almak için yapılan bu katliamında sonu geldi. Ama açlık hissi bitmek bilmiyordu. Akıl ve bilimden uzaklaşmış insan, kendi başını yiyordu.
İşte tam da bu sebeple her yok olan ırkın, yaşama tutunmak için vahşice diğer insanları yemeye başladığını, yamyamlaştığını bilim delilleriyle tespit etmiştir. Biraz önce saydığımız halkların çoğu baskınlar yapıp komşu evlere saldırır olmuşlardı. Çoluk çocuk demeden, öldürdüler. Kazanlara atıp, haşladılar.
Ta ki bölgede son kalan insana kadar.
Belki de bundandır atalarımızdan bugüne taşınmış “Senin suyun kaynadı” yorumu… “Yanlışlar yaptın, açgözlülüğünü doyuramadın, doğaya, nizama aykırı davrandın, vahşice yok olmaya çok yaklaştın” uyarısı sanırım bu…
Bu yaşanmışlıklardan ders çıkartanlar elbette oldu…
Mesela günümüzde iyi bir “Geçmişten ders çıkartabilmişler” örneğidir İzlandalılar. Hem medeni yaşayıp hem de yeşili çevreyi korumayı başarabildiler. Ve bu sayede günümüzde en fazla kişi başı milli gelire sahip vatandaşlar oldular.
İzlanda gibisi geçmişte de elbette çok… Çok sayıda kara parçası ve bilinçli ırklar vardı. Kaynakları yeterince kullanmayı, tahrip etmemeyi başarabildiler. Kaynakları kullanırken büyük özen gösterdiler. Böylece binlerce yıl kalabalık bir nüfus ile durmaksızın sömürülmüş topraklar bile bugün halen çölleşmedi, ayakta, ürün vermekte…
Bugün ormanlarımızı, kahramanlarımızı, tarihi ve en büyük düşmanına, ateşe karbondioksite teslim edersek, ateşin yanında olur veya üç kuruş için ateşe hizmet eder, yangına müdahale de gecikirsek!..
“Venüs’ün Sülfürik asitlerinde kalırız.”
Unutmadan!..
Kahramanları olmayan toplumlar yönlerini bulamaz. Kahramanı olup da onları unutan toplumlara ise; vahşiliğin normalleştiği zamanları yaşarlar ve en utanılacak şekilde, insanlıktan yoksun yok olur giderler…