İşimiz Gerginlik!..
Dr. Metin ERİŞ
Haftanın çok önemli olayları arasında şüphesiz ülkenin temel yapısını ilgilendirmesi bakımından AKP tarafından hazırlanan Anayasa değişikliği taslağı ilk plânda yer almaktadır. Son yıllarda 1924, 1961 ve de 1982 Anayasalarının hep özel dönemler itibariyle yapılmış olması, genel olarak Türkiye’de halk tarafından seçilmiş sivil bir iradenin tam anlamıyla hükümran olmadığı iddiasını gündeme getirmiştir. Oysa ve derinliğine bakıldığında, özellikle 1961 Anayasasının gerçekleşmesinden sonra günümüze kadar var olan iki Anayasa sürecinde seçimle iş başına gelmiş pek çok iktidar, bahsi geçen Anayasalar üzerinde oldukça geniş değişiklikler yapmışlardır. Ancak tıpkı 8 yıldır iktidarda bulunan AKP gibi, iktidarlarını sürdürdükleri süreç boyunca, iddialarında sivil bir Anayasa bulunmasına rağmen darbe kökenli Anayasaları gereği anlamda sivilleştirememişlerdir. Öyle ki meselâ 1982 Anayasası, neredeyse maddelerinin yarısı değiştirilmiş olmasına rağmen hâlâ Darbe Anayasası hüviyetini kaybetmemiştir!
Peki AKP 8 yıldır iktidarda, hem de tek başına olmasına karşılık, neden Anayasanın tamamını değiştirme şansını geride bıraktığı yıllarda kullanmamıştır ve seçimlere azami bir yıl kalmışken 3 geçici maddesiyle 29 maddelik bir yamalı bohça anlayışına sığınmak durumunda kalmıştır? Doğrusu bu noktanın, siyasi partizanlık saplantısında olmayan muhalif veya muvafıklarca anlaşılması gerçekten güçtür! Belki AKP iktidarı cephesinden şöyle bir mazeret ileri sürülebilir. “Efendim, son seçimlerden sonra hazırlatılmış bir Anayasa taslağımız vardı. Ama muhalif kanatlar onu öylesine topa tuttular ki gündemden kaldırmak mecburiyetinde kaldık!” Doğrusu böyle bir itirazı ciddi bulmak mümkün değildir. Üstelik hatırladığım kadarıyla AKP’nin 2003 yılından itibaren, yani birinci iktidar döneminde ana muhalefet partisi CHP ile bile uzlaşma zemini, bir anlamda, bugünlerden çok daha fazla AKP’nin yanında idi.
Ayrıca o zaman diliminde uluslar arası konjonktürde, özellikle AB’ne uyumluluk açısından, bugünden çok daha uygun bir ortamın mevcut olduğu söylenebilir. Ancak bu ikinci davranış biçimine temelden karşı olduğum için prensipte katılmadığımı söylemek isterim. Zira defalarca dile getirmeğe çalıştığım üzere ülkemiz aydınlarının(!) pek çoğunda ve de bilhassa siyasilerimizde var olan “Batılı dünya karşısındaki küçüklük kompleksi” beni en fazla rahatsız eden hususların başında gelmektedir. Tanzimat döneminden başlayarak yaşanan ve halka da kabul ettirilmek istenilen “başkalarının istekleri doğrultusunda değişiklikler, reformlar yapılmasını” açıkça siniklik kabul etmekteyim! Kısaca halkımızın iyiliği için sağlamak durumunda olduğumuz gelişmeleri, AB’ne veya birilerine uyum için değil, halkımızın değer hükümleri yönünde ve onun için gerçekleştirmeliydik! Bir başka ifadeyle, söyleme serbestliği içinde olan aydınlarımızdan(!) vazgeçtim hiç değilse siyaset sahnesinde olanlar bu küçüklük kompleksinden kopmuş olmalıydılar… Ayrıca hatırlayınız benzer direnç ifadelerini zaman zaman çeşitli siyasetçiler dile getirmişlerdir!.. Sonuncusu, hatırlanacağı üzere çok yakın tarihlerdedir: “Biz bu iyileştirmeleri halkımız için yapıyoruz. AB üyeliği için değil. Amsterdam kriterleri olmazsa Ankara kriterleri var!” Bunu birileri söylemişti, değil mi? Ama şimdi yine Anayasa değişikliklerine giden yoldaki gerekçe AB’ne uyum!. Daha da hoş olmayanı ise hazırlanmış taslak yönünde dışarıdan birilerinin konuşturuluyor olması! Dışarıdan destek aranması, bence en hafif tabiriyle, acı!
Şimdi gelelim kamuoyuna sunulan kısmî Anayasa değişikliği tasarısına. Tabiatıyla gereken ve aklın yolu olarak düşünülecek olan devletin ana kurumlarının işleyişindeki dengeyi halkın iradesi, yani yasama, yürütme ve yargı organları arasındaki sürtüşmeyi buna çatışma da denilebilir, ortadan kaldıracak olan bir sivil Anayasa yapılması idi. Ancak bu mümkün olmadı! Zaman kötüye kullanıldı. Şimdi elimizde “parti kapılmasının zorlaştırılması”, “yargının daha demokratik bir yapıya kavuşturulması”, “askerî yargının sivil bir uygulamaya doğru kaydırılması” ve de bazı konularda “pozitif ayırımcılık” gibi ana başlıkları itibariyle olması doğru görülecek bazı değişiklik maddeleri bulunmaktadır. Tasarı iktidar partisince hazırlanmıştır. Konuda mutabakat arayış turlarının, -ki siyasî tarafların hiç birinin inanarak konu içinde olduklarını sanmıyorum-, netice verdiğini söylemek mümkün değildir. O halde elde hazırlanmış olan tasarının mümkün olursa oy çokluğu ile Meclis’ten geçirilmesi ve de referanduma sunulması kalıyor. Sonuç nereye varır? Göreceğiz…
Oysa 2003 yılında, beklentiden veya görüntüden ibaret olsa da, daha önce de belirttiğim gibi bazı konularda CHP ile bir uzlaşma zemini var görünüyordu! O yok edildi! Sonrasında, 2007 yılından itibaren MHP ile daha mümkün görülen birlikte hareket şansı da yok veya göz ardı edildi!. Şimdi elde kalansa “gerginlikten medet ummak” noktası! Gerçeklere baktığımızda CHP ile uzlaşmayı var saymanın çokta tutarlı olmadığı bir gerçektir. Zira CHP zihniyeti, yapmak üzerine kurgulanmış değildir! Bu zihniyet her şeye, kendileri fiilen iktidarda olamadıklarına veya olamayacaklarına göre, eğer bürokrasiyi kullanabiliyorlarsa bürokrasiyle yoksa başkaca bütün hukuklu hukuksuz imkânlar ile “olmazı” veya “olumsuzu” gündemde tutmayı yeğlemektedir! Ellerinde her zaman diliminde, özellikle bürokraside, birileri vardır! Yapının başlangıcı, siyasi tarihçilerimizce incelenmesi gereken 1950’den başlayan CHP’nin muhalefetli yıllardır. Hatırlatmak açısından belirtelim ki 1950’li yıllara kadar yokluk içerinde kıvranan ve çimentosunu, çivisini bile ithal etmekte olan bir ülke devralmış olan DP iktidarının başlattığı yatırımlara ve kalkınma hamlelerine karşı çıkmak muhalefet anlayışının ilk zihnî evrimidir!.. Çimento ve şeker fabrikalarından başlayarak sanayi sahasındaki hemen her yatırıma karşı çıkan muhalefet anlayışı böylesi bir zihniyetin ürünüdür. Yurdun demir ağlarla örüldüğü nakaratı dışında, gelişmişliği iddia edilen güney ve batı şehirlerimiz arasında bile ulaşımın haftada bir otobüs veya kamyonla sağlandığı bir ülkede başlatılan yol ve liman yapımlarına şiddetle karşı çıkan zihniyet yine o kafa yapısıdır! Ve de ülkemizde şekillenen muhalefet anlayışının başlangıcıdır.
Daha sonraki yıllarda yaşananlar biraz daha yakın ve pek çoklarınca bilinen bir zamana ait olduğu için daha kolay hatırlanacaktır. Boğaz köprülerine, otobanlara ve sadece gelişmiş ülkelerin değil gelişmekte olanların pek çoğunun yıllardır enerji ihtiyaçlarının büyük kısmını karşıladıkları nükleer santrallere Türkiye’de karşı çıkan da bu zihniyettir. O halde CHP, ancak kendisi tesadüfen iktidara ayağını uzatabildiğinde ideolojik olarak bağlılıklarına karşı çıkmayacaktır! Ki bunların da ne kadar halkın istekleri yönünde olduğu sanırım irdelenmeğe değer!.. Yani CHP’nin muhalefet anlayışı acıdır ama iddialarına rağmen çağdaşlıkla pek örtüşmemektedir ve saplantılar üzere kurgulanmıştır.
O halde CHP ile yapılamayacağına ve de ikinci dönemde MHP ile işbirliği imkânları elden kaçırıldığına, BDP’nin ise Apo nakaratından kurtulmasının imkânsız oluşuna göre elde kalan kendi başına yola çıkmak ve de halka gitmektir. Ama işte o zamanda da ortaya çıkacak olan, bilinerek veya bilinmeyerek(!) içine sürüklenilen gerilimdir. Tıpkı bugünkü gibi.. Bir hatırlama olarak geriye dönüp bakıldığında AKP’nin, ikinci seçim dönemi sırasında 5 kişilik bilim adamlarına hazırlattığı Anayasa taslağının da âdeta bir emr-i vâki halinde gündeme getirildiğini görüyorum. Bu davranış ya siyaset bilmemektir veya kasıtlı bir şekilde ortamı oyalamaktır! Kısaca bugün elde kalan ne kadar derde deva olacağı şüpheli kısmî bir düzenleme ve referandumdur! Hepimize düşen görevse olması gerekeni tam anlamıyla zora sokmadan hiç değilse elimizde olana “kötüden iyidir” diyerek ve de gerginliklerle boğuşarak katlanmak mı, yoksa bir başka bahara mı beklemektir! Ne dersiniz?
Yorumlar