Din kalkınmaya manidir iddiasıyla yola çıkanların sığınacakları mazeret; kilise ile yönetim arasında uzun süren kanlı çekişmelerin sebeplerinden en önemlisi olmasıdır. Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinden başlayarak gittikçe yoğunlaşan ve cumhuriyetle zirveye çıkarılan “İslam kalkınmaya mani oldu” iddiası batıdan mülhem bir tavır değildir. Bu iddia sözde okumuş yazmışlara ait olduğuna göre nasıl oluyor da bütün bir batı medeniyeti tarihine sathî de olsa göz gezdirip hüküm verenler, önlerinde bulunan, içinde yaşadıkları İslâm medeniyetiyle ünsiyet peydah edemiyorlar. İslâm’a muhalefetin temeli bu değildir. Bu ancak dışa vurulan anlamsızlığa ve sevimsizliğe “en sevimli mezarettir!” Neresinden başlarsanız başlayın; bilmeyi, öğrenmeyi, eğitimi, sevgiyi, adaleti baş tacı eden; cehaleti, bağnazlığı, zorbalığı, tembelliği, acımasızlığı, umutsuzluğu, günahların başında sayan bir dinin gerçeğini anlamamak mümkün değildir. Özellikle İslam dinine inanan toplumlarda; ferdin ve cemiyetin hayatını verimli ve düzenli kılmakta, adaletin tesisinde ve devamında dinin önemli bir yeri vardır. Ne kadar taraflı olursa olsun biraz derin bir bakış bu gerçeklerle karşılaşır. Ancak insanlık hayatında çöküşler ve gerilemeler zaten öze yabancılaşma ile başlar. Zahmetli üretim yerine taklit ve hazıra konma hevesleriyle gelişir. İlk planda nefisler için yalancı bir bahar hükmündeki bu hal sonradan yerini can yakan ve yıkıcı gerçeklere terk eder. Tam da bu sırada aklımıza Lâle Devri şatafatı ve ardı sıra yıkımlar gelir. Cumhuriyet döneminde de bu hal gözler önündedir. Atatürk’ün önderliğinde kazanılan İstiklâl Harbinden sonra yine onun önderliğiyle başlayan kalkınma hamleleri Batının baş döndürücü ilgi ve telkinleriyle Lâle Devri havasına büründü. Masum balolar sosyal hayatımızın gerekliliği halini alırken her şeyi alayiş, nümayiş görüntü ile ört bas etmeye yöneldik. Bu hal zaten işin tabiatında olan muhalefet hareketlerini tahrik etti. Baştakiler de “daha zamana ihtiyaç var” gerekçesiyle muhalefet hareketlerini “tedip” etti. Toplumda o muhteşem birlik kılcal çatlamalarla zaafa düştü. İlk başlarda Atatürk’ün üstün karizması bunları izale edebilirken yorgun bedeni hastalığa ram oldu. Devr-i İsmet hüküm ferma olunca milletin kültür hayatına karşı acımasız saldırılar başladı. Çatlaklar yarıklara kırgınlıklar düşmanlıklara dönüşmeye yüz tuttu. DP’nin yetişmesi çöküşü durdurdu. İnsanımıza güven ve umut ışığı doğdu. 1960 İhtilâli haksız ve sebepsiz olarak bin yıl pişmanlık beyan etsek telafisi imkansız yıkımlara sebep oldu. Tekrar demokrasinin gölgesi üzerimize düşene kadar 4 yıl geçti. Ne yazık ki 50 yıl gerilemiştik. Her şey bir umutla yeniden başladı. Bu sefer hasta; ürkek, korkak değişik hesaplarla çareye yanaşmayan Devr-i Süleymana tekabül etti. Dönem yarım yamalak demokrasinin bile insana nasıl hayat verdiğinin bir göstergesidir. 1960 İhtilâlini sosyalist bir yönetime davetiye maksadıyla yapanlar çareyi ihtilâlde görünce büyük ölçüde devletin sempatisiyle serpilen sol hareket 12 Mart’ta muhtıra ile ertelenmiş oldu. Bu sefer yeniden iktisadi, siyasi ve sosyal hayatımız 20 yıl geriye düştü. Bu da 60 yıllık kayıp demektir. Kısa bir tereddütten sonra sol hareketler bütün ülkede toplumu canından bezdirici eylemlerini sahnelemeye başladı. Çaresiz kalan milliyetçi ve vatanperver insanlar “Ülkücüler” olarak bu hareketlerin önüne dikildiler. CHP sol adına bütün solcularla ittifak halinde milliyetçiliğe karşı acımasız bir mücadele başlattı. O devirde bütün solculara şirin gözükmek gayretinde olan Ecevit bu işin öncülüğünü yaptı. Kıbrıs savaşına karar veren hükümetin başında olmasına rağmen takip eden seçimleri kaybetti. MHP’si her türlü engelleri aşarak mecliste grup kurmaya muhaffak oldu. Seçimlerden sonra 28 Bakanlı Demirel hükümetinde 5 Bakanlık alan MHP başta Gümrük ve Tekel Bakanlığı olmak üzere görev ve yetki alanındaki bütün devlet kademelerinde üstün bir liyakat ve başarı gösterdi. Millete umut oldu. Yapılan kamuoyu yoklamaları seçimlerde MHP’yi işaret ediyordu. Oysaki MHP kısıtlı imkanlar ve kısa bir zamanda Türkiye üzerinde hesapları olanları telaşa ve hüsrana sürükledi. Provokasyonlarla artan sokak hareketleri ve üniversitelerdeki anarşi toplumun tamamında büyük bir endişe yarattı. 12 Eylül 1980 ihtilâli oldu. Sıkı yönetimlere rağmen bir türlü kontrol edilemeyen anarşi, durdurulamayan kan artık durmuştu. “Harç bitti yapı paydos” veya “öküz öldü ortaklık bozuldu” misali ülke yeniden karanlıklara sürüklendi. Gençlik, akla fikre gelmeyecek işkencelere maruz kaldı. Adalet zemini toz duman oldu. Hukukla bağdaşmayacak yargılamalar ve adaletle ilgisi olmayan hükümlerle milletin geleceği karartıldı. Bugün millete reva görülenler, halen hesap sorulmasını ihtimal dahilinde görenlerin oyunlarının devamıdır. Bunu tam anlamıyla fark etmesi gerekenler öncelikle ülkücüler ve gerçekten tam bağımsızlık ve yurtseverlik adına mücadele ettiğini ifade eden solculardır. O karanlık hücrelerden, işkencehanelerden ve tecrit zindanlarından geçenler bugün fikir sahibidir, kalem sahibidir, söz sahibidir. Bu insanlar insandan daha değerli, adaletten daha önemli değer olmadığını tek yolun gerçekten demokrasi olduğunu haykırmaya mecburdurlar...