Uluslar arası politikanın baş aktörü devletler ve sistemlerdir. Güç mücadelesi de bunlar arsında cereyan etmektedir.
Devlet,  gerçek manasıyla bağımsız, hukuk ve adalet nizamı üzerine tesis edilmiş ve milletinin emerinde, uluslararası hukuktan kaynaklanan,  haklarını müdrik bir güçtür. Başka bir gücün veya başka bir aktörün etkileşim sahasında,  iradesini kullanamayan bir devlete bu isim fazladır.
Günümüzde çeşitli uluslararası organizasyonlarda yer alan milletlerin devlet vasfını muhafazaları bütün iş ve işlemlerde “mütekabiliyet” esasını sağlamalarıyla mümkünüdür. Bundan verilecek taviz bağımsızlığın zevalidir. Milli mana da ise devlet öncelikle adalet istihsal eden ve adaletine emniyet edilen bir organizasyondur. Bu fonksiyonunu kâmil manada yerine getiremeyen güç devlet vasfını kaybeder.
Bir devletin bağımsızlığını sağlamada ve devam ettirmesinde esas unsurlar; milli bilince ulaşmış bir toplum yapısı, başkasına el açmaktan kurtulmuş bir iktisadi yapı, ülkeyi yönetenlerin millete hadim olma duygusu ve terbiyesinden sapmamalarıdır. Netice de devlet kendi toplumunun özgün bir ifadesidir.
Jakoben zihniyetlerin at koşturduğu,  millet iradesinin hiçe sayıldığı toplumlarda gerçek bir devletten söz edilemez, zira bu devlet zaten iç dinamikleri itibariyle bağımsız olma vasfında olamaz. Bu hali J.Jacques Rousseau  “az gelişmiş toplumlarda ordu işgal kuvveti gibidir.” Sözüyle ifade etmiştir. Kendi milletini aşağılayan, kendi milletine güç kullanmayı ihtiyat edinen yönetimler ister askeri, ister sivil bürokratik diktatörlükler olsunlar mutlaka bir dış güce dayanmak ve ondan icazet ve kuvvet almak durumundadırlar.
Türkiye,  yakın tarihi itibariyle bunun yüzümüzü yerlere sürtecek misalleriyle doludur. İttihat Terakki ile başlayan felaketler, Cumhuriyet Türkiye’sinin de yakasını bırakmamıştır. Bu olayların bizzat içinde olanlar bile nasıl başka ülkeler tarafından yönlendirildiklerini sonradan itiraf etmişleridir. Bunlar Türk Milletine yakışacak haller değildir. Fakat maalesef gerçeklerimizdir. Şimdi onun bir sürümü sebebiyle kirli çamaşırlar ortaya dökülmeye başladı. Devamının ne kadar iğrendirici olacağını tahmin zor değil.
Bu hususta gazetelere intikal eden bilgiler ve haberler 28 Şubat’ın da ABD ye dayalı olarak gerçekleştirildiğini,  sonraki aşamaların da aynı güç tarafından belirlendiğini ortaya koymaktadır. Meraklıları için Yasemin Çongar’ın 14 Haziran 1997 de ABD Dış İşleri Bakanı Madeleine Albright’le yaptığı röportaja bakmalarını tavsiye ederim.
Bu gün milli iradenin ön almasının iki önemli sebebi var:
 Birincisi daha milli hizmet anlayışına sahip bir kadronun iş başında bulunması, ikincisi akli kapasitesi geçmişle mukayese edilemeyecek kadar ileri bir kabinenin ülkeyi ekonomik zaruretlerden kurtarmaya muvaffak olmalarıdır. Bu durum ülkenin devlet vasfına daha fazla kavuşmasına sebep olmuştur.
 Bundan;  başta AB’nin öndeki iki devleti Almanya ve Fransa ile ABD’de Türkiye’nin kontrolünü kaybetmekten endişe duyan siyasetçiler rahatsızdır. Bu sebeple yürütülen hukuki süreç dâhil her şeye müdahale için harekete geçmeleri, tekerimize çomak sokmaya çalışmaları normaldir.
Bu noktada beni korkutan iki şey var; birincisi, kendisine sevinç belirten vatandaşı, bunu ispat için takla atmaya davet eden bir içişleri bakanının halen görevde kalabilmesi, ikincisi de internete düşen ve rütbeli askerlere ait olduğu belirtilen ses kayıtlarından fışkıran zifiri cehalet ve ihanet hezeyanlarıdır.
Bunların ikisi de milli iradenin ve demokrasinin felaketinin habercileridir.