Birinci Dünya savaşı sonlanmak üzere idi ama Ortadoğu hâlen karışıktı. 1918’de Halep’in yukarısında İngiliz ve Araplara karşı bir savaşa daha girdik. Başımızda Mustafa Kemal Paşa vardı. Savaşı kazandık. 1915’teki Anafartalar kahramanı, 1916’daki Rus fatihi şimdi de İngilizleri püskürtmüştü. 

Sonrasında bugünkü Kilis sınırımızı belirleyen de bu savaş oldu.

O günlerde genel olarak ordumuz moralsizdi. Çok kayıp vermiştik. Topraklarımızın tamamının düşman eline geçmesi an meselesi idi. Kaybettiğimiz yerleri geri almak için gerekli sayı üstünlüğünü, teçhizatı kaybetmiştik. Yaptığımız her hamle de biraz daha kaybediyorduk. İnatlaşmak mevcudu da riske atmaktı. Öncelikle varlığımız korunmalıydı. O an ki mevcut sınırları koruma kararı alındı. 

Hatta savaş bittikten sonra bile, ders kitaplarında, haritalarda Türkiye’nin sınırları ön plana çıkarıldı. Sınırlarımız değerliydi. Dışarıya en azından şimdilik bakılmaması isteniyordu. Okul kitaplarımızın ön ya da arka sayfalarında sadece Türkiye sınırları haritası basıldı. O meşhur sözde aynı amaç için söylendi. “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh”… Bu söz sadece barışçıl bir yaklaşım değil aynı zamanda güvenlik şeridiydi.

Bazen kaybedilmişin peşinde koşmak, eldekinin de kaybedilmesine sebep olabilir. Varlığı, mevcudu korumak iyi bir başlangıç olacaktır.

Bugün de çok şey kaybettik…

Mesela 15 Temmuz darbecilerini kaybettik, iade istiyoruz, vermiyorlar. Koca Avrupa’nın, ABD’nin destek verdiği Abdullah Öcalan’ı alabilmiş devletimiz, bugün Fetö’yü alamıyor. 

Kumpaslar ile ordumuzu da kısmen kaybettik. Askeri okulları kaybettik. Çok sayıda meslek lisesi olan imam hatip lisesi açtık. İmam Hatip liselerinde yetişenlerin mesleği sevgidir, güzel ahlaktır. Ama ülkemize mühendis, mimar, bankacıda gerekir. Mesela bir ülkede bütün okullar motor meslek lisesi olamaz, olmamalıdır. Ama bizde oldu. Ve yine kaybettik. 41 ülke öğrencileri arasında 41’inci olduk. 

Polis teşkilatında 100 bin kişi görevden alındı yada hapse atıldı. Avrupa Birliği müzakerelerini kaybettik. Vizesiz serbest geçiş olacak dendi, mülteci meselesi imza altına alındı. Vizesiz geçiş olmadı ama mülteciler kaldı. AB üyelik kapılarını bile şimdilik kapattı… Suriye’de silahlar kaybettik… Şirketlerimizi, yüz yıllık markalarımızı özelleştirdik, yabancılara sattık. Geçenlerde “Türk Telekom’a devlet el koyuyor” haberleri çıktı. İçi boşaltılan firma doldu ülke. İçi boşalmış, bir dolu kredi borcu ile tekrar devletin kucağına kalıyor şirketler... Yabancı sahipleri ise kayıp... Tüpraş’ın, Petkim’in, maden ocaklarımızın ülkeye hayrı kalmadı. Çıkan madenler yurt dışına gidiyor. Hemde neredeyse bedavaya… Topraklarımızı yabancılara sattık. Parasıyla da son model araba aldık, hava attık. Hazır para işte yedik, içtik. Hızla bitti. Para kazandırmayan, ancak düzenli kazanabildiğinde faydası olabilecek harcamalar yaptık. Türkiye’nin üretimden fazla yola, köprüye para harcaması gibiydik… Yeterince kullanılmayan verimsiz yollar, köprüler yaptık, borçlandık… Bugün dış borç 426 milyar dolar. 15 yıl önceki dış borcumuz kadar, bugün sadece faiz yükümüz var. 

Birde çözüm süreci var. Sonunda çözümsüz kaldığımız, teröristleri alkışlattığımız o süreç. Güvendiğimiz dağlara karların yağdığı, ABD’nin PYD’yi seçtiği süreç. Barzani’yi, Kürdistanı tanıdığımız, Ankara’da Kürdistan bayrağı dalgalandırdığımız, hatta sloganlar attığımız, bu topraklarda ilk defa siyaseten Kürtçe konuşulmasına izin verdiğimiz süreç… Sonrası ise malum… Barzani, İsrail ile bir oldu. Bağımsızlık referandumuna gitti. Avaz avaz bağırdık. Sesimizi duyan çıkmadı. 

ABD, Katar’a ambargo koydu. Biz dinlemedik ambargoyu… Mercimeğine kadar yardım ettik. Ardından Katar, ABD’den milyar dolarlık teknoloji alımı yaptı. Onlar barıştı, biz unutulduk. “Galiba işler böyle dönüyor” dedik. Hemen ABD’den roket, silah siparişi verdik. Ama yine Fetö’yü, ABD’de hapis yatırılan Halkbank genel müdürünü geri alamadık. Biz Türkiye’de ABD konsolosluğundan birini sorguladık. Haftasına bize vize yasağı koydular… Evet vize kalkacaktı. Artık vize olmayacaktı. Gerçekten vizemiz artık olmayacak, alamayacağız. 

ABD, vize yasağını bu kadar kolay herhangi bir ülkeye koyamaz. Hadi yapsın Çin’e de görelim… Almanya’ya, Hollanda’ya, beğenmediğimiz Yunanistan’a bile yapamaz. Yapsa yapsa Uganda’ya, Kenya’ya yapar. Ve maalesef bize yaptı. 

Çok zayıfladık… Mesela üst satırı okurken “Çin’e, Almanya’ya yapamaz tabii” diye içinizden geçirdiyseniz eyvah ki ne eyvah!!! Çünkü bu zayıfladığımızı içselleştirdiğimiz, sindirdiğimiz anlamı taşır… Ve zayıflamış olmaktan daha büyük tehlike arzeder.

Son olarak bakanımız ne dedi?.. “Ya yabancılardan borç alacağız yada tüketim vergilerini artıracağız”. Nedense üretimi artırma derdimiz gündem olmuyor!.. Bugün üretimimiz çok yetersiz. Biraz parça montajı var. Biraz da seracılık… 

Tarihimiz ve son yıllar gösteriyor ki!.. Kaybettiklerimizi geri getirmek için çabalamak, yeni kayıplar getiriyor. 

Bu kayıpların telafisini; motorlu taşıt, özel tüketim vergisine fahiş zamlarla bulamayız… İthal ederek, zaruri tüketim malına vergi koyarak düzelme olmaz, kayıp olur.

Elimiz de ne kaldıysa onlar çözümümüz olsun artık... Mücadele yavaşça varlık mücadelesine dönüşmekte... Belli ki arka planda bambaşka planlar var.  

Elbette kolay olmayacak... Ama Ecevit döneminde karne ile tüp alınan o dönemde “cari fazla” verdiğimizi, dış borç almadığımızı hatırlatırım. Öncesinde de kolay olmadı. Ninelerimiz, dedelerimiz kuru ekmek yedi. Hatta, sabanına öküzü yoktu, kendi çekti ama ithal malı kesti. Yamalı elbiseler giydi ama el’e borçlanmadı. Kendi kendine yetti. Torunlarına ülke bırakabilmek için, varlığının devamı için çok fazla çalıştı… Ve başardı…