Kişiler, duygularını yaşarken bir gerçeklik zemininde bulunur. Ama bu gerçeklik zemini yegâne gerçeklik zemini değildir. Sadece bu gerçeği bilmemek ve hatırlamamak kişiyi kendi zindanına mahkûm kılar. 

Hâlbuki insan, kendi zaafını bilse ve sürekli yardım alarak kendini gerçekleştirebileceğine kani olsa sorunu çözme konusunda ciddi bir adım atmış olur. Ama insan, kendi müstağniliğinde yaşamayı itiyat etmeyi kolay kabulleniyor. Ve böylece sadece kendisinin biricik ve tek olduğunu, aklının her şeye yettiğini düşündüğünü ve muhtaçlığı kendisine yediremediğini de itiraf edemez. 

O zaman da yenilgi üzerine yenilgi alır. Ama buna doymaz ve her yenilgi bir başka yenilginin mazeretini oluşturur.

Ama bu bilinmezlik aynı zamanda insana büyük bir imkân bahşediyor. 

Çünkü kendi inşasını hem yaşama ve hem gerçekliğe yedirecek bir tavra sahip kılabilir. İşte insan bu bilinmezlik üzerinden kendi hakikatini kurarak varlığının anlamını açıklığa kavuşturabilirse yaşam ve gerçekliği kendisine boyun eğdirebilir. 

İnsan, düşünmekten korkarak kendi varlığının anlamını hiçler ve bu hiçlemenin yaşam ve gerçeklik üzerinde nasıl bir baskı oluşturacağını da anlamadan yürürse beşer düzeyine inerek kendini inkâra yol açar.

Ünlü düşünür Marcus Aunelius da birkaç mısrada özetleyiverir konuyu fazla söze gerek duymadan:

Ey dinleyici! Yazgıya bahane bulma. Yükleme kendi suçunu başkasına. Suçunu gör dönüp etrafında kendinin. 

Kendindendir, gölgenden değil çektiklerin. Ne yaptın da sana dönüşünü görmedin? Ne ektin de ektiğini biçmedin? Davranışların ruhundan ve bedeninden doğar. Çocuğun gibi sonra gelir eteğinden tutar.