Beykent Üniversitesi’ne 10 Nisan 2007 Salı günü gerçekleştirdiğim “tanıma“ ziyaretinin arka planı aslında Rektör Prof. Dr. Cuma Bayat ile bir vesileyle görüştüğümüz Mart ayı başlarına uzanmakta. Cuma Bayat hoca ile “Küresel Isınma ve Bu Bağlamda Türkiye’yi Bekleyen Sorunlar“ konulu programda Vatan TV stüdyolarında 7 Mart 2007 tarihinde biraraya gelmiştik. Dünya Dönüyor programında bir saat boyunca konuğum olmuştu. Gönlümde ve zihnimde Hocayı pek çok konuktan farklı kılan program öncesinde yaşadıklarımdı. Hocayı programa davet etmek için Özel Kalem’ine telefonda bıraktığım nottan sadece 1.5 saat sonra bana bizzat telefonla dönüşü, genel çerçeveyi çizerken takındığı titiz tavır, yayın saatinden epeyce önce stüdyoya gelişi, titiz bulduğu hazırlığımdan dolayı şahsıma takdirini bildirmesi dikkatimi çeken bir kaç belki küçük fakat önemli detaydı benim için. Belki hep kötü örnekleri gördüğüm ve bizzat yaşadığım için gözüme farklı, zarif ve güzel görünmüştü Rektör hocanın bu tavrı ve ne yalan söyleyeyim çok da hoşuma gitmişti. Tüm bu pırıltılı düşüncelerle Rektör hocanın görevli bulunduğu Beykent Üniversitesi’ni görmek, tanımak istedim. Üniversite ilk açıldığında Beykent’te görevli akademisyen bir arkadaşımın daveti üzerine üniversitenin Beylikdüzü’ndeki kampüsüne gitmiş ve hiç de parlak olmayan düşüncelerle dönmüştüm. Hiç bir cazibesi olmayan “bizim de bir üniversitemiz olsun...“ düşüncesiyle kurulmuş kolejimsi bir yere benzetmiştim. Tam da bu nedenle yıllar sonra gerçekleştireceğim bu ikinci ziyaretimden de bir mucize beklemiyordum fakat Rektör hocayı tanıdıktan sonra mütevazı da olsa bir başarı öyküsü ile karşılaşacağımı düşünüyordum. Teklif benden geldi, 10 Nisan 2007 Salı günü, saat 10.00 için randevulaştık. İstanbul trafiği ile yaşadığım yoğun mücadeleden sonra Beykent Üniversitesi Ayazağa Kampüsü’ne ulaştım. 1. kata çıktım, makamı oradaymış, beni güler yüzlü, iş bitirici Rektörlük Özel Kalemi Ferah Süngeriçlioğlu hanım karşıladı, Rektör beye haber verildi, içeri davet edildim. Çaylardan ve samimi sohbetten sonra Beykent Üniversitesi’nden konuştuk. Rektör hoca anlattıkça anlattı, hani derler ya “ağız dolusu“, “heyecanlı“, “aynen bebeğe ebeveynden aktarılan o eşsiz sevgi gibi“, “sadece dinlenip, hayran olunacak fakat bir türlü tam olarak ifade edilemeyecek gibi“. 2006 yılı Haziran ayında ve 2007 yılı Mart ayında iki farklı nedenle bir araya geldiğimiz Rektör hoca sakin ve az konuşan biriydi. Fakat bu sefer görüşme nedenimiz Beykent Üniversitesi idi. Konuşmanın uzamasını istercesine ardı ardına çay ikram etti, konuşma esnasında kullandığım her “ama...“ ya güler yüzlü bir ciddiyetle ve gayet dürüst açıklamalar getirerek cevap verdi. Üniversitenin kurulduğu 1997 yılından bu güne neler değiştiğini anlattı. Dört Fakülte ve bu fakültelere bağlı on bölümden, iki Enstitü, iki Yüksek Okul, bir Stratejik Araştırmalar Merkezi ve sayısız bölüme kavuştuklarını, yeni iki kampüsü daha hizmete açtıklarını, ücretsiz çift ana dal ve yan dal uygulamasına geçtiklerini, pek çok yabancı üniversite ile işbirliği protokolü imzaladıklarını, yapım aşamasında olan Ayazağa Konukevi ve 250 öğrenci kapasiteli Beykent Konukevinin bulunduğunu, 25.000 kitabın bulunduğu Ayazağa kampüsü merkez kütüphanesinin yanı sıra Taksim ve Beylikdüzü kampüslerinde de kütaphanelerinin yer aldığını, sırf Ayazağa kampüsü’nde 19 adet laboratuarın Fakülte ve Bölümlerin hizmetinde olduğunu, Ayazağa kampüsünü fiziki açıdan genişletme niyetinde olduklarını, yüzde 17’si burslu olmak üzere, 7500 öğrencilerinin bulunduğunu imrenilesi bir telaşla anlattı. Saat 11.00’a doğru Halkla İlişkiler Sorumlusu Pelin İleri hanım geldi, meğer Rektör hoca randevu netleştiğinde okulu detaylı biçimde tanıtabilmek için hanımefendiyi görevlendirmiş. Birlikte dolaşmaya başladık. Ayazağa Kampüsü lisans eğitimine ayrılmış, dört Fakülte burada yer alıyor, her kata bir Fakülte ve ilgili bölümleri yerleştirilmiş, her Fakültenin ihtiyaç duyduğu laboratuarların pek çoğu ben gezerken öğrenciler tarafından kullanılıyordu, ders vardı, rahatsız etmemek için parmak ucuma yükselip camdan baktım, ayrıca atölyeleri de gezdim, Tekstil Moda Tasarımı Bölümü öğrencilerinin hazırladıkları o güzel tasarımları inceledim, Mimarlık atölyesinde çocukların nasıl zevkle proje hazırladıklarına şahit oldum, öğrenci kantinini (artık kantin olmaktan çıkmış, adeta küçük çaplı bir sosyal tesise dönüşmüş), o pırıl pırıl yemekhaneyi dolaştım. Sonra sınıflara baktım, azami 30 öğrencilikmiş. Konferans salonu kocamandı, bir üniversitede olması gerektiği gibi. Yaklaşık bir saat sürdü dolaşmamız, içim açıldı, mutlu oldum. Sadık okurlarım gayet iyi bilirler bu köşe çok az sayıdaki kuruma (dört senede toplam 2) güzel kelimeler atfettiğime şahit olmuştur bu güne kadar. Hele ki bu köşede dört seneden bu yana hiç bir kişi övülmemiş, hiç bir şahısa güzelleme yapılmamıştır. Yazılarımdan sonra gelen elektronik postaların çoğu ya kendi söylemek istediklerini ben yazılarımda adeta onların yerine dile getirdiğim için şahsıma alkış tutanlar ya da tenkit ettiğim için sitem gönderenlerden oluşmuştur. Bugünden sonra da bu böyle devam edecek. Ancak şunun inancını taşıyorum ki biz Türkler ya alkışlanması gerekenleri yüreğimiz kaldıramadığı için yeterince alkışlamaktan imtina ediyoruz ya da biz onlar için ellerimizi şaplatırken onların bizlerin koltuklarına kurulacakları endişesiyle hep o başarılı insanları görmezden geliyoruz. Son bir kaç cümle : “Yola devam Beykent Üniversitesi, daha pek çok öğrenciyi burslu okutacaksın, devlet üniversitelerini tutturamayan fakat gerçekten okumak isteyen gençlere umut olacaksın, öğrenci yurtları açacaksın, pek çok yabancı üniversite ile daha pek çok protokol imzalayacaksın, öğretim üyelerini uluslararası yayın yapmaları için daha pek çok kez teşvik edeceksin ve daha pek çok 10. yıllar kutlayacaksın. Gönül dolusu söylüyorum “Yola devam Beykent Üniversitesinin şanslı çocukları, inanın iyi yoldasınız“