Mevlevilikte zikir, sema ve Allah’a vuslat yolunda bazı manevi icap ve gerekleri sembolize eden urbalar, şekil şartları gibi şartlar ve alâmet-i fârika elbiseler, sikkeler, tennûreler, zikr-i hafî’yi esas alan Nakşiye’nin Müceddidî kolu, İmam-ı Rabbânî neslinde yoktur; bu yolun sâliklerinin temel felsefeleri, “Zâhirimiz halkla, batınımız hakk’ladır” düstudur. Bu bakımdan bu yolun sâliklerini diğer insanlardan tefrik edecek herhangi bir işaret ve alâmet üzerlerinde bulunmaz. Birbirlerini tanıyabilmeleri için de herhangi bir alâmet-i fârikaya ihtiyaçları yoktur. “Onların (işâretleri ve alâmet-i fârikaları) nişanları yüzlerindeki secde izidir.” (Herkes gibi giyinirler, içinde bulundukları toplumdan herhangi bir farklılıkları yoktur, ama yüzlerindeki secde izinden binlerce insan arasından hemen farkedilirler. “Zâhirimiz halkla, bâtınımız Hakk’la” düsturuna uyarak, Müceddid, zamanında muasırı olduğu dersiâm olan ulema gibi asîl bir şekilde giyinirdi; beyaz gömlek yelekli takım elbise, dublesiz, pantolon-şalvar arası vücut hatlarını belli etmeyen geniş bir pantolon, diz kapaklarına kadar inen uzun ceket... Hafif çizgili koyu renkleri tercih buyururlardı. Dışarı çıktıklarında günün şartları ve zarûretleri dolayısiyle başları açık olur, ellerinde taşıdıkları “Bere”yi istisnâ durumlarda başlarına koyarlardı. Ama, zâruret olmadıkça da bereyi hep ellerinde dolaştırırlardı. Günümüzdeki basit takkelere o yıllarda fazlaca itibar edilmezdi, bunun için de şu renk takke veya bu renk takke gibi herhangi bir tercih sözkonusu değildir. O yıllarda az sayıdaki İmam-ı Rabbânî nesli, ellerinde kasket taşırlar, zarûret olmadıkça başlarına asla koymazlar, zarûret halinde de çok kısa bir zaman koyarlardı. Bu devirde bize giyim-kuşam hususunda Nümûne-i İmtisâl olacak olan hiç şüphe yoktur ki, bu devirde İmam-ı Rabbânî nesline, 40 yıldan fazla bir müddet gerçekten “AĞABEYLİK” yapmış olan “BEYAĞABEY” dir; Beyağabey, gerek ticari ve sınai hayatında ve gerekse parlamentoda bulunduğu yıllarda ciddi ve çok şık giyinirdi; parlamentoda bulunduğu yıllarda aynı zamanda Avrupa Konseyi üyesi de olduğu için Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ve Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin en şık giyinen üyeleri arasındaydı, belki de en şık giyineniydi!.. Beyağabey, mutlaka yelekli, kruvaze veya spor takım elbise giyerdi, gömleği genellikle beyaz ve beyaz üzerine ince çizgilileri tercih ederdi. Lacivert, gri gizli çizgili kahverengi renkleri tercih ederdi. Mutlaka siyah veya kahverengi iskarpin (bağcaklı ayakkabı) giyerdi, mokasen (bağcaksız) ayakkabıyı hiç giymedi. Kış aylarında dışarı çıktıklarında bere tamayı tercih ederler, diğer zamanlarda başaçık olarak dolaşırlardı. Görüldüğü gibi İmam-ı Rabbânî Nesli’nin Nümûne-i İmtisal olarak alacağı Müceddid, sonrası Beyağabey bizzat kendileri münhasıran herhangi bir renk tercihinde bulunmamışlar, İmam-ı Rabbânî nesli için de herhangi bir renk tasviyesi de yapmamışlardır. Öyleyse, lacivert veya mor renkli takke nereden çıkmıştır? 27 Mayıs 2004 günü İstanbul, Üsküdar, Selimiye’deki Büyük Selimiye Camiî’nin geniş avlusunda bulunuyoruz. Bugün burada Müceddid’in küçük kerimeleri, Feriha Ferhan Sultan Ablanın cenaze namazı kılınacaktır; sabahın erken saatlerinden itibaren Selimiye ile Karacaahmed Mezarlığı arasında bulunan bulvarlar çift yönlü olarak trafiğe kapatılmıştır, Harem İskelesi’nden itibaren Karacaahmed Mezarlığı’na kadar olan bölge, İstanbul’dan ve memleketimizin muhtelif bölgelerinden gelen İmam-ı Rabbânî Nesli tarafından “iğne atılsa yere düşmez” bir şekilde doldurulmuştur. Yüksek bir mekandan bakıldığında istisnasız, lacivert ve mor takke giyinmiş büyük kalabalık bölgeyi adeta mor menekşelerle kaplı büyük bir vadiye benzetmişlerdi. Bu arada, gece ve sabah uçaklarında yer bulamadığı için makam arabasıyla gece boyu yolculuk yapmış, makam arabasını bizzat kendisi kullanmış, öğleye doğru Büyük Selimiye Camiî’ne ulaşmış olan Antalya Büyükşehir Belediye Reisi muhterem Menderes Türel Bey, caminin giriş kapısında hemen bizim yanımızda bulunan merhume Feriha Ferhan Sultan Ablanın kayınbiraderi olan Seyyid Abdi Denizolgun Bey’e taziyetlerini arz ederken, manzaraya baktı, caminin geniş avlusu ve nâmütenâhî görünen etraf mor menekşe bahçesi gibi, sordu: “Lacivert ve mor rengin ifade ettiği hususi bir mana var mıdır? - Biz tam cevaplandıracağımız esnada, hemen yanıbaşımızda birisi, takriben kırk yaşlarında, şive ve aksanından güneydoğulu, bir idareci veya hoca olduğunu tahmin ettiğim zât cevap verdi: - Evet! dedi, elbette bunun ifade ettiği bir manâ vardır; anlatmaya başladı: - Hazretimiz buyurdular ki; “Din garip olarak başladı, yakın bir gelecekte yine garipliğe dönecektir, o gariplere müjdeler olsun ki, onlar insanların ifsad ettiği kimseleri ıslah etmek için çalışırlar”, buyurdu. Dinin garip olduğu bir devirde, bizim sevinmemiz, sevinç ve sürûrun alâmeti olara beyaz giymemiz olmaz, onun için mâtem alâmeti olarak bizler bu rengi tercih ediyoruz, lacivert veya mor renkli takke giyiyoruz.” Hangi tarafını düzelteyim demiş ya!. Eski devirlerde medreselerde okuyanlar için ramazan ayları tatil edilir, mollalar, okudukları-öğrendiklerinin tatbikatı için kasabalara, köylere “cerre” çıkarlanmış, bazen bir günde aynı köye iki mollanın geldiği de görülürmüş. Köyün imamı, mollalara “biriniz cuma vaazını, biriniz de hutbeyi okursunuz”, demiş, cuma namazından önce vaazeden molla biraz câhil biraz da dikkatsiz, kürsüde ağzını açmış, gözünü yummuş konuşmuş; - Hazret-i Mûsa, rüyasında oğlu İsâ’yı kurban ederken görmüş, üstüste aynı rüyayı tekrar görünce oğlu İsâ’yı kurban etmek üzere iknâ etmiş, Tam kurbanı keseceği sırada Azrâil aleyhisselâm cennetten getirdiği bir tekeyi gökten indirmiş, Musâ Aleyhisselam tekeyi kurban etmiş, Hazret-i İsâ da kurban olmaktan kurtulduğu için Allah’a hamdetmiştir.” Cuma hutbesine hazırlanan aşağıdaki molla, itiraz etmiş, “Söylediklerinin hepsi yanlış!” demiş... Köy imamı ve cemaat hep birden: Öyleyse bu mollanın yanlışlarını sen düzelt demişler. Molla; - Ağalar, beyler ben bu yanlışların hangi birisini düzelteyim? - Bir, Hazret-i Mûsa değil, Hazret-i İbrahim, Hazret-i İsâ değil, Hz. İsmâil, Azrâil değil Cebrâil, cennetten çıkarılıp getirilen teke değil koç demiş!.. Tıpkı bunun gibi, aslı astarı olmayan bir bidatın tevlid ettiği hataları düzeltmek için sahifeler yetmez. Ancak aslı astarı olmayan ve fakat tashih edilmezse sanki bir sünnetmiş gibi yerleşmesi muhtemel, Müceddid ve O’nun rahle-i tedrisinde ve sohbetlerinde bulunanlarla yaşanan devir arasında zaman açıldıkça kökleşecek ve bu bid’atlara karşı çıkanların t’ân edileceği bir zaman gelebilir. Bu bakımdan yol yakınken, Müceddid’in rahle-i tedrisinde bizzat okumuş, O’nun sohbetlerinde bulunmuş insanlar az da olsa aramızda ve onlara bu hususlarda müracaat mümkün iken bu hataların tashihi ve bid’atların önlenmesi şarttır. (Devamı yarın)