Ülkemizde demokrasiyle başlayan süreçte açıkça görülen, belli bir okumuş yazmış azınlıkla halk çoğunluğunun hiçbir dönemde uzlaşma noktasında olmadıkları ve olmayacaklarıdır. Zira İttihad ve Terâkki ile başlayan şekillenme Cumhuriyetin kuruluşuna varan çizgide sadece kendi vehimli iradeleri içinde hareket eden bir zümre ve onun takipçilerini doğurmuştur. Bunlar başlangıçtan itibaren, halka rağmen gerçekleştirdiklerini sandıkları inkılâpların tamamının zaman içersinde olgunlaşarak ve hazmedilerek halk tarafından benimsendiğinin farkına bile varmamışlardır veya varmak istemeyeceklerdir. Oysa Cumhuriyetin kuruluş yıllarında 11-13 milyon civarındaki ülke nüfusunun sadece çok cüzi kısmının vazedilen inkılâplara tepki gösterdiği, ama çoğunluğun coşkuyla karşıladığı görülür. Cumhuriyet ve sonrasında umde (ilke) adı verilen uygulamaların, Atatürk'ün pragmatik dünyası içersinde şekillendiği ve Türk toplumunun Orta Asya'dan beri getirdiği Değer Hükümleriyle çelişmediği ise bir başka gerçektir. Arada ortaya çıkan başkaldırma ile iktidar mücadelesinin getirdiği tasfiye hareketleri ise bütün yeni devlet yapılanmalarında ortaya çıkan olağan vakıalardır. Belki, olağan kabul edilmeyecek olan 1935'lerde Atatürk'ün rahatsızlık emareleriyle baş gösteren İsmet Paşa yönetimindeki baskıcı, totaliter ve halkı küçümseyen davranış tarzının 1946 yılına kadar giderek artan bir şekilde sürmesidir. Ama burada göz ardı edilmemesi gereken önemli nokta, Dünya siyasî konjonktüründeki rejimlerdir. Bu dönemde özellikle Avrupa-Asya coğrafyasında görülen totaliter Komünist ve Faşist hükümranlıklarının güçlenmiş olduklarıdır. Bu rejimlerin totaliter baskıcı yapılarında kullanılan ideolojik unsurlar ise çoğu defa uygulamada farklılıklar taşımaktadır. Ama genelde Komünizm, lâiklik baskıcılığı altında dinsizliği ve devletçilik ilkesini kullanırken, Faşizm ise devletçilik ve milliyetçilik adı altında ırkçılığı baskı unsuru olarak kullanmıştır. Böyle bir ortamda genç Türkiye Cumhuriyeti'nin zamanın ideolojik sistemlerinin şekillenmesinden tamamen masun kalabileceğini söylemekse mümkün değildir. Bu yüzden dönemin iktidar partisi ve kendini devlet varlığının sahibi gören zihniyet, ilkeler adıyla gündeme getirdiği parti umdelerini Anayasa hükmü hâline sokacak ve bunu Bürokratik Devlet uygulamasında gönlünce(!) kullanacaktır. Ancak Atatürk sonrasında, parti ve Anayasa hükmü haline getirilen "Atatürk İlkelerinin(!)" adım adım bizzat C.H.P. tarafından devreden çıkarıldığı görmezliğe gelinecektir. Bu gelişmeden ilk nasibini alan "halkçılık" ilkesidir. Halkçılığın bir millî kültür ve halkın dünya görüşü ile uzlaşma olduğunu göz ardı eden anlayış, halkçılığı parti ambleminde muhafazaya devam etse de, gerek parti içi gerekse halkına karşı takındığı küçümseyici tavırla halkının dünyasından uzaklaşacaktır. Cumhuriyetçilik ise doğrusunu söylemek gerekirse CHP'nin en çok bağlandığı ilkelerin başında görünmekle beraber, cumhurun halk olduğu göz ardı edildiğinden, uygulamada şeklî bir bağlılık tarzında sürecektir. Öyle ki cumhurun başta oyları, inançları, gelenek ve görenekleri küçümsenecek, kazanılamayan seçimler sonrasında iktidara siyaset dışı kurumların desteğiyle sahiplenme çabası gündeme oturacaktır. Devletçilik ise, belli bir dönem kalkınmanın zaruri yapı taşlarından biri olmasına karşılık, devletçi ideolojilerin yıkılması, liberalleşen ve küreselleşen dünya ekonomisi karşısında, sessizce terk edilir hâle gelecektir. Elde kalanlarsa lâiklik, inkılâpçılık ve milliyetçiliktir. Ancak son zamanlarda milliyetçi söylemler ileri sürdüğü belirlenen CHP'nin, yıllar önce bunu ilke olmaktan çıkardığı bilinendir. Ayrıca Atatürk'le yaşanan kısa bir "ırkçılık" yönlendirmesinden hızla vazgeçildiği bilinmesine rağmen, 1938 yılından itibaren sürdürülen faşizan yapı Mihver Devletlerinin II'nci Dünya Savaşını kaybetmeleri doğrultusunda 9 Mayıs 1944 de Milliyetçi aydınlar üzerinde baskıcı zulme kadar uzanacaktır! Sonrası ise milliyetçiliğin her zeminde reddedildiği bir uygulamanın önderliğini yapmaktır. Taa ki AKP iktidara gelsin!... Tabiatıyla son dönemde sözle ifadelendirilen CHP milliyetçiliğinin ne kadar samimi olduğu ise herhalde sorgulanmalıdır.... Elde kalanlardan İnkılâpçılık ise, devrimbazlığa uzanan çizgi içersinde "tarihe, coğrafyaya ve sosyal şartlara karşı çıkan" bir yapıyla jakoben elit ile halk ikileminin odağı hâline gelmiştir. Son nokta ise lâikliktir! Katolikliğinin karşıtı olarak Batı aydınlarınca gündeme getirilen lâiklik, Türkiye'de ise belli kadrolarca İslâm'la bağı olan her şeyin karşıtı gibi algılanacak ve uygulanacaktır. Öyle ki zaman zaman din ve dindarlar üzerinde baskı uygulamalarına dönüşen anlayış, dinle ilgili her davranışı "siyasetin dine âlet edilmesi" tarzında vurgulanacak, halkıyla zıtlaşarak kopukluğa sürüklenecektir. Lâikliğin nasıl lâikçilik hâline dönüştürüldüğünü, bırakınız 1940'lı ve 50'li yılları öncesini, hâlâ 1960'lı yıllarda İsmet Paşa tarafından, "lâik demokratik cumhuriyeti korumak görevi bugün her zamandan daha büyük bir ihtiyaç hâline gelmiştir." tarzında dile getirilişi CHP'nin bugünkü zihniyetinden ne kadar farklı(!) diye sormamızı gerektirmeyecek kadar açıktır! Bu cümlenin altındaki ismi veya tarihi değiştirmenin serbest olduğunu söylemem, sanırım 1938-2007 CHP anlayışının prototipini belgeleyecektir. Kısaca ideolojilerin şekil değiştirdiği, kendi içlerinde yumuşadığı ama ülkelerin hangi uluslararası grup bünyesinde olursa olsunlar millî değerlerinden taviz vermediği bir dünyada, 21'inci yüzyılda da milliyetçiliğin varlığını inkâr etmek mümkün olmayacaktır. Ancak buradaki "milliyetçiliğin" 1924 Anayasamızda çok ileri bir görüşle vurgulandığı gibi "Türkiye'de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese Türk denir." ifadesi içersinde bulunduğunun, Atatürk milliyetçiliği ifadesinin ise muğlak ve belli gruplarca istismara açık olduğunun altını çizmek gerekir. O halde eğer yeni Anayasa yapılacaksa, bunun millî değerlerden vazgeçmeyen, saplantılı ideolojilere yer vermeyen, insan haklarının devletle çatışmadığı bir uygulama içersinde olması gerekliliği açıktır...