Şiî propaganda ve tahriki Saray'a kadar sirâyet etmiş olup Şehzâde Ahmed'in oğlu Murad İran'a iltica ederek Şah İsmâl'in saflarında yer aldı.

 

24 Nisan 1512'de Osmanlı tahtına Yavuz Selim oturmuştu. Sultan Selîm Han tahta oturur oturmaz şehzâde Murad'ı Şahtan geri istedi. Bu Şehzade geri verilmediği gibi giden elçiyi de Şah öldürttü. Bundan sonra Anadolu'daki şiî propaganda ve faaliyetleri devlet ve millet bünyesinde derin yaralar açtı ve Anadolu herhangi bir savaş sırasında içten içe çökecek hale geldi.

 

Diğer taraftan Şah İsmail yanında bulunan şehzade Murad'ı Osmanlı tahtının vârisi ilân ederek devleti içten çökertmek istedi. Bununla da kalmadı Osmanlı'lara karşı girişeceği bir savaşta kendisine yardım etmesi için Memlûk sultanına hediyelerle bir elçiler heyeti gönderdi. Tam bu esnada Diyarbekir ve civarını Şah adına zapteden Ustaç oğlu Mehmed Osmanlı Pâdişah'ına meydan okumaya başladı. Şah'ın halifeleri de Anadolu'da şiî halkı devlete karşı isyana teşvik etmeye devam ediyorlardı.

 

Böyle bir kargaşa içerisinde Osmanlı tahtına geçen I. Selim ilk iş olarak Safevî mes'elesini kesin olarak çözmeye karar verdi. Şiî İran'lılarla savaşmaya karar verdi. Bunun için İstanbul Müftüsü Sarıgürz Nûreddin Efendi ve Kemâlpaşazade'den fetvalar aldı ve hazırlıklara başladı. Osmanlı ordularıyla Şah İsmâil'in kışkırttığı İrân Şiî devleti arasında tarih'in en kanlı savaşlarından birisi cereyan etmiş olup her iki taraftan da çok sayıda insan ölmüş, Osmanlı çok değerli devlet adamı ve kumandanını bu savaşta şehid vermişti.

 

Nihâyet Çaldıran Meydan Savaşı, Osmanlı ordularının zaferiyle neticelenmiş, Diyarbekir başta olmak üzere pek çok Doğu Anadolu şehri Osmanlı'ların eline geçmiştir.

 

Böylece Selçûkî'lerden sonra bozulan Anadolu Birliği tekrar ve ebediyyen kalıcı olarak te'min edilmiştir.

 

Diyarbekir Beylerbeyliğine tâyin edilen Bıyıklı Mehmed Paşa'nın yanına müşâvir olarak verilen İdrîs-i Bitlîsî'nin büyük gayretleriyle Harput, Meyyâfârikin, Bitlis, Hısnıkeyf, Urfa, Mardin Cezîre (Cizre) ve Rakka'ya kadar Güneydoğu Anadolu bölgesi ile Musul havalisi Osmanlı idaresine geçti. Tebriz-Halep ve Tebriz-Bursa İpek yolu Osmanlı'ların kontrolüne geçmiş oldu.

 

Böylece Şiî tahrikleri ve Şiî inancının Anadolu'ya yayılması büyük ölçüde durduruldu ve Safevi tehlikesi bertaraf edildi.

 

Anadolu Birliği kesin olarak sağlandıktan, Osmanlı Devlet-i Aliyyesi Anadolu'nun her tarafında devletin hâkimiyyetini tam olarak tesis ettikten sonra daha önce Şah İsmâil tarafından Anadolu'ya gönderilen dâî'lerin peşine takılanlarla, Anadolu'nun her tarafında Osmanlı Devlet-i Aliyyesinin hükümranlığı ve Anadolu'da gerçek İslâm'ı-Peygamber'in ve O'nun ashab'ının yolunda- (Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat) öğrenmek ve yaşamak için, Türkistan'dan-Buhâra'dan, Horasan'dan kopup gelip Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması için gayret sarfeden Alperenlerin arkasında olanlar arasında derin bir güven bunalımı oluşmuştur.

 

Bu kriz neticesinde Osmanlı Devletinin yanında yer alan, Ortaasya'dan Buhârâ-Semerkand ve Horasan'dan gelen Alperenlerinin irşadına mazhar olmuş, Ehl-Sünnet ve'l-cemmat'dan olanlarla, her nasılsa, Şah İsmâil'in dâî'lerinin propagandasına kapılıp Osmanlı Devlet-i Aliyye'sine karşı Şah İsmail taraftarı şiî birlikleriyle birlikte hareket edenler arasında meydana gelen derin itimad krizi sebebiyle bâzı Türkmenlerin şehir ve kasabalardan uzak mekânlarda daha ziyâde kuşbakışı bütün etrafın görülebildiği dağ eteklerine yerleştikleri görülmektedir. Yol ve uğrak yerlerinden uzak bu yerleşim yerlerinde kendi içlerine kapandıkları, bütünüyle kendilerini toplumdan tecrîd ettiklerini görüyoruz.

 

Bu dönemlerde Anadolu'da, civar köyler merkezî bir köyde veya kasaba'da Cum'a namazı ve bayramlarda toplanmakta bu vesiyle ile Cum'a ve bayram günleri bu merkezlerde pazarlar, panayırlar kurulmaktadır. Günümüzde bile Anadolu'muzun bâzı bölgelerinde hâlâ Cum'a Cami'i, Cum'a yeri, Cum'a pazarları vardır, halkımız bu tarihî adetleri devam ettirmektedirler. Anadolu düğün geleneğinde, düğünler umûmiyetle hasat mevsimi, harman zamanı yâni sonbahar'da yapılırdı. Düğün ve derneklere civarda bulunan köy ve kasabalar dâvet edilir, bu dâvetlere mutlakâ icabet edilirdi...

 

Fakat kendi kendisini tecrîd etmiş olan bu Türkmenler, Cum'a yerlerine, Cum'a pazarlarına, düğün ve derneklere icabet etmiyorlardı. Hattâ tecridi o kadar ileri götürdüler ki, başka köy ve kasabalara kız vermez, başka köy ve kasabalardan kız almazdılar. Zarûrî ihtiyaçları için kasabalara inseler bile hanlarda veya başkalarının yanında misafir olmazlar, kendi köy ve kasabalarında başkalarını misafir etmezlerdi...

 

Pek tabiî, bu sıkı tecrîd altındaki insanımızın, mektep'ten medrese'den cami'iden cemaattan, va'z'u nasîhat'dan uzak kaldığını söylemeye bile gerek yoktur.

 

Şah İsmail'in Anadolu'ya gönderdiği dâî'lerle uzaktan yakından hiç bir alakaları bulunmadığı halde Batı Anadolu ve Akdeniz bölgesinin yükseklerinde (Toros Dağlarında) ormaniçi köylerde orman işleriyle meşgul oldukları için, şehirlere-kasabalara-düzlüklere inmeyen Türkmenler de (Anadolu insanı bunlara Tahtacılar diyor, -hemen belirtelim ki, "Tahtacı" ta'biri asla hakaret ve tezlil için kullanılmamaktadır. Henüz Bıçkı, Kolastar ve Hızar'ın icad edilmediği devirlerde orman işlerinde ustalaşan bu Türkmen kardeşlerimiz, Nacak-Balta ile ağaçlardan, tomruklardan düzgün ve uzunca tahtalar elde ederlerdi. Bu tahtalar, dış duvarları, taş, ara bölümler ahşap olan binaların çatısına Kiremit yerine döşenirdi. İşte Türkmen kardeşlerimize "Tahtacı" denmesi bundan dolayıdır.-) vardı. Maalesef, bunlar da mektep-medrese, Cum'a, Cami'i, va'z'u Nasîhatdan uzak kalmışlardı.

 

İslâm Dini ile müşerref olduktan sonra akın, akın, Ortaasya'dan kopup Anadolu'ya yerleşen Türkler-Türkmenler ve diğer boylar, beraberlerinde İslâm öncesi kimi âdet ve geleneklerini de beraberlerinde Anadolu'ya taşımışlardır:

 

Bu âdet ve geleneklerden bâzıları, Şamanizm esintileri, putperestliğe ait, şirki devam ettiren geleneklerdi. Eserleri günümüzde bile görülen, bâzı günlerde ve hayvanlarda hayır veya şer ümid etme, bâzı mekânları takdis etme, ağaçlara bez bağlama vb. şeyler...

 

Ortaasya'dan, Horasan'dan kopup gelen Alperenler, Türk'lerin, Türkmenlerin ve diğer boyların, İslâmı kabullerinden önce var olan ve İslâm'a ters düşen bir takım aşırılıkları, âdet ve gelenekleri törpülemişlerdir...