Peygamber torunu olan, aynı zamanda Allah'ın nurunu kıyâmet'e kadar devam ettirecek Silsele-i Zehep-Silsele-i Saâdât-ı Nakşiyye-'in önemli halkalarından birisi olan ve aslâ Kur'ân ve hadis yolundan, ehl-Sünnet ve'l-Cemmat'dan milim bile ayrılmayan, Muhammed Bâkır oğlu İmam-ı Ca'fer el-Sâdık hakkında yazdıkları ve söyledikleri de diğer görüşleri gibi maalesef bir takım iftira ve tezvirlerden ibârettir...

 

Şöyle ki:

 

a) Cefr İlmi gayb ilmiyle alakalı bir şeydir. Gayb ilmini ise Allah kendi Zâtına hasretmiştir. Allah'tan başkasına gaybı biliyor, gayb'dan haber verir, olmuş ve olacakları bilir gibi, atıflarda bulunmak, şirk'dir. Dolaysiyle Tevhîd akîdesinin müşahhas ve heykel imamlarının başında gelen ve unvanı bu titizliğinden dolayı "Ebû Hânife" olan İmam-ı Azam Ebû Hanife, Numân bin Sâbit hazretlerinin mürşidi olan İmam-ı Ca'fer-i Sadık'a böyle bir isnad, büyük iftira -Bühtandır. Ca'fer-i Sâdık tüm bu söylenenlerden münezzehtir.

 

Gayb ilminin yalnız Allah'a mahsus bulunduğu hususunda Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyrulmuştur: "De ki, ben nefsim için ne bir hayra ne de bir kötülüğe mâlik değilim. Ancak Allah'ın dilediği müstesnâdır. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için uyarıcı ve müjdeleyiciyim." (A'raf 7/188)

 

b) İmam-ı Ca'fer-i Sâdık'a nisbet edilen Cefr ilmiyle alkalı rivâyetlerinin hemen hemen tamamı, El-Kuleynî yoluyla gelmektedir. Aynı El-Kuleynî, İmam-ı Ca'feri-i Sâdık'ın Kur'ân'da noksanlık bulunduğunu söylediğini de rivayet etmiştir.

 

El-Kuleynî'nin Kur'ân'la alakalı bu rivayetinin yalan olduğunu, uydurma olduğunu, İmam el-Mardî ve onun talebesi olan Et-Tûsî gibi Şîa'dan İsnâaşeriyye'nin imamları net bir şekilde ortaya koymuşlardır. Asılsız bir şeyi, açık bir iftirayı büyük İmam'a nisbet ederek rivâyet etmeye kalkan birisinin diğer tüm rivâyetlerine nasıl itimad olunacaktır?

 

c) Ca'ferîler, İmam-ı Ca'fer-i Sâdık için yazdıkları hal tercümelerinde Cefr ile alakalı rivâyetleri doğrudan kendisine nisbet ediyorlar. Fakat bunları te'yid edecek her hangi bir delil ve isbat ortaya koyamıyorlar, sadece" biz kendisinden böyle duyduk", demekle yetiniyorlar.

 

Cerf fitnesini İsnâaşeriyye'ye sokanlar Hattâbî'lerdir. Hattâbîler, Ca'fer-i Sadık bin Muhammed'in kendilerine Cefr denilen bir deri bıraktığını, bu deride ihtiyaç duyulan bütün gayb ilimleriyle birlikte bir Kur'ân tefsirinin de bulunduğunu iddia etmişlerdir.

 

Ca'fer-i Sâdık İbn-i Muhammed Bâkır, İmam Ebû Hanife ve İmam-ı Mâlik gibi Ehl-i Sünnet'in iki büyük ekolünün imamlarına, Süfyânı Sevrî ve Süfyân bin Uyeyne gibi büyük muhaddislere ilim ve feyiz vermiştir.

 

Yahya bin Saîd EL-Ensârî, Eyyüp Es-Sahtiyânî, İbbân bin Taglîp, Ebû Amr bin EL-Alâ, Yezîd bin Abdullah bin EL-Hâdî, Malik bin Enes Şu'be bin EL-Kâsım, Süfyan bin Uyeyne Süleyman bin Bilâl ve İsmail bin Ca'fer gibi büyük imamlar ve hadisciler kendisinden hadis rivâyet etmişlerdir.

 

İmam-ı Ebû Yusuf ve İmam-ı Muhammed'in müştereken te'lifleri "EL-ASR" adlı eserleri tedkîk edildiğinde, Ebû Hanife'nin Ca'fer-i Sâdık'tan yaptığı rivâyetler pek alâ görülebilir. İmam-ı Azam Ebû Hanîfe kendisiyle yaşıt olan İmam-ı Ca'fer-i Sâdık'tan zâhirî ve Bâtınî ilimler sahasında istifade etmekten çekinmemiştir.

 

İmam-ı Azam âhiri ömründe ezelî nasibiyle devrin Mürşid-i Kâmili bulunan İmam-ı Ca'fer-i Sadık'ın yanından iki sene müddetle hiç ayrılmamış, hattâ tarihe geçen o meşhur "İki sene olmasaydı, Numan helâk olurdu," sözünü söylemiştir.

 

"Bizler hayatta olduğumuz müddetçe, hiç kimseye, ashab'ı Kirâm, Ehl-i Sünnet ve Silsele-i Saâdât'tan herhangi bir kimseye ta'n ettirmeyiz, iftira ettirmeyiz, kötü söz söyletmeyiz." Hodri Meydan!...

 

Kur'ân'da nakısa arayan Şiî ve Ca'ferîlere bizzat İmam-ı Ca'fer-i Sâdık'ın cevabı şudur:

 

"Kur'ân-ı Kerim Hazret-i Peygamber (S.A.V.) zamanında bugünkü gibi bir arada tam olarak mevcud idi. Yânî o zaman Kur'ân, tam olarak okunuyor, ezberlemek için vazifelendirilmişti. Kur'ân, Hazret-i Peygambere arz olunarak huzurunda okunuyordu. Sahâbî'den Abdullah İbn-i Mesûd ve Übey İbn-i Ka'b'ın da aralarında bulunduğu bir cemaat, Kur'ân-ı Kerim'i def'alarca peygamber'in huzurunda hatmetmiştir."

 

Kur'ân, eksiksiz olarak Resûl-i Ekrem zamanında tamamlanmıştır. Hazret-i Peygamber (S.A.V.) en son nâzil olan Ayet-i Kerime ki, Bakara Suresi'nin 281. Ayet-i Kerime'sidir, nüzulünden 50 küsûr gün sonra Dâr-ı Bekâ-ye irtihal buyurmuşlardır.

 

Hazret-i Peygamber zamanında eksiksiz olarak tamamlanan Kur'ân tek bir harf, tek bir nokta değiştirilmeden, eksiltilmeden, artırılmadan, günümüze kadar tevâtüren gelmiş ve kıyâmet'e kadar da gidecektir.

 

Dolaysiyle İmâmiyye-İsnâaşeriyye mezhebine mensup olduğu ididasındaki kenarda köşede kalmış sapıkların söyledikleri, aslâ İmam-ı Ca'fer-i Sadık'ı bağlamaz...

 

Nasâra'nın Meryem oğlu Hazret-i İsâ hakkında söyledikleri, "Allah'ın oğludur." Yahûdilerin Hazret-i Üzeyr için yine Allah'ın oğludur, iftira isnâd ve bühtanları, nasıl ki, bu peygamberlere her hangi bir zarar vermiyorsa, kimi şîa ve Ca'ferî'lerin İmam-ı Ca'fer-i Sadık ve onun şanlı ceddi Hazret-i Alî (K.V.) hakkında söyledikleri İslâm ile, iz'an ve insaf ile bağdaşmayan sözleri de asla onlara zarar vermez...

 

TÜRKİYE'DE ŞİİLİK VE ALEVİ'LİK...

 

Buraya kadar İslâm Aleminde, İran'da, Irak'da, Lübnan'da, Hindistan ve Pakistan ile dünya'nın çeşitli bölgelerine yayılmış bulunan Şîa ve Şîa içinde mevcut pek çok fırka'ya ait düşünceler, tartışmalar ve Tarihî perspektif'indeki seyri üzerinde durduk.

 

Bu çalışmanın bundan sonraki bölümünde:

 

Memleketimizde mevziî olarak, birkaç Doğu İlimizde ve tesbit edebildiğimiz kadarıyla yine lokal olarak İstanbul, Halkalı'da, Çakmakçılar Yokuşunda ve yeni yeni, temerküz etmeye başladıkları Zeytinburnu'nda inşa edilen bir cami etrafında bulunan Ca'ferî Mezhebi mensuplarıyla, kendilerine Alevî veya Alevî-Bektâşî diyen Kardeşlerimizle alâkalı hususlara temas edeceğiz.

 

İran, Irak, Lübnan ve diğer İslâm ülkelerindekilere, inanç ve fıkıh yönünden benzerlikler taşıyan Türkiye'deki Ca'ferî'ler, içlerine kapanık oldukları için tam olarak nasıl inandıkları, nasıl amel ettikleri hususunda şümullü bilgilerimiz mevcut değilse de, son yıllarda yazılı ve görsel Medya'ya intikâl ettiği kadarıyla;

 

İnançları, fıkhî ve amelî görüşleri, Ehl-i Sünnet'e bakışları itibariyle İran ve Irak'daki Şiî-Ca'ferî'lerden farklı olmadıkları anlaşılmaktadır. Her yıl, Muharrem Ay'ının onuncu günü (Aşure)'nde, Müslümanların hiç bir vakit hatırlamak istemedikleri, Tarih'in derinliklerinde kalmış, kimi vak'aları ajite ederek, unutmuş, kabuk bağlamış yaraları kaşıyarak, tiyatrâl hareketlerle Târihî vak'ayı sürekli canlı tutmada, simsiyah elbiselere bürünerek, zincirlerle sırtlarını kan akıncaya kadar döverek "ehl-i Beyt sevgisi", diye yola çıktıkları halde, Hz. Alî ve evladı dışındaki peygamberimizin en yakınlarına söverek, lânet ederek İran'daki, Irak'daki benzerlerinden farksız olduklarını göstermektedirler.

 

Hele, Peygamberimizin tarifi ve emriyle, Bilâl-i Habeşî radiyal'llâhu anh tarafından ilk def'a okunduğundan beridir, dünyanın dörtbir bucağında hiçbir değişikliğe uğramadan okunan Ezan-ı Muhammedî'den -ismi bile Ezan-ı Muhammedî'dir- Hazret-i Muhammed'in ismini çıkararak "Eşhedü Enne Muhammeden Resûllullah!... yerine "Eşhedü Enne Aliyyen Veliyyullâh" diye ezan okunması, okutturulması Gulât-ı Şîa'nın görüşüne uygun olarak, bu çalışmanın ilk bölümünde kısaca işâret edildiği gibi Hâşâ, Hz. Ali radiya'llâhu anh'i, Hz. Peygamber'in yerine peygamber göstermek, kendisine nübüvvet ve risâlet pâyesi vererek iftiraların en şen'îsini yapmak da neyin nesi oluyor?

 

ALEVİ'LER-ALEVİ BEKTAŞİ'LER:

 

Memleketimizde kendilerine Alevî, ya da Alevî Bektâşî diyen kardeşlerimiz, Şîâ-İmâmiyye, İsnâaşeriyye, Şîâ-Caferiyye fırkalarının hangisindendir?

 

Bu suale doyurucu ve sıhhatli bir cevap verebilmek için 14. Asr'a kadar uzanmak gerekir.

 

Şöyleki, 14. Asır Anadolu'su; Selçuklu Devleti inkıraz'a süreklenmiş, akın, akın Ortaasya'dan kopup gelen Türkmenler Anadolu'nun muhtelif yerlerine dağılmışlar, Beylikler, küçük çapta fetihler, ısyanlar, saldırılar, Anadolu'da tam bir kaos ve kâbus yaşanmaktadır.

 

Buharâ'dan, Horasan'dan gelen Alperenler, bu karmaşa ve kargaşa arasında Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslâm ile müşerref olması için ellerinden geldiğince çabalamakta, gayret sarfetmektedirler.

 

Bütün bu gayret ve çabalara rağmen kaos bitip birlik ve berberlik sağlanıncaya kadar ki zaman zarfında Ehl-i Sünnet vel-Cemaat ile-Hazret-i Resûl-i Ekrem'in ve ashâb'ının yolunda olanlanla-diğer bâzı Türkmenler arasında bâzı kopukluklar meydana gelmiştir.

 

16. yüzyılın başlarında İran'da şiî inancına ve felsefesine dayalı bir devlet kurulmuştur. Devleti kuran Şâh İsmâil, Anadolu'ya gönderdiği dâîler vasıtasıyla Anadolu birliğini temelden bozacak, sarsacak büyük bir Şiî propagandasına başladı.

 

Bu dâî'lerden birisi olan Şahkulu Baba Tekeli pek çok kimseyi şâh tarafına çekmeyi başardı ve Kütahya'ya kadar ilerledi.

 

1512'de Nur-Ali Halife Tokat'ı zaptederek Şah İsmail adına hutbe okuttu. Şah İsmail'in sebeb olduğu bu karışıklıklar sırasında Anadolu'da feci vak'alar yaşandı, 50.000 kadar insanımız öldürüldü ve binlerce ev, dükkân ve ticarethâne yağmalandı...