ABD’de başlayarak AB’de, neredeyse sarmal halinde, devam eden ekonomik krizin Birlik devletleri üzerindeki tesirinin bir parçalanmaya veya en azından kopmaya sebep olup olmayacağı üzerinde konuşulur oluşu, Birliğin bütünlüğünü tartışılır hale getirdiği açıktır. Yunanistan, İrlanda, Portekiz, İspanya ve nihayet İtalya’ya sirayet eden krizin büyüme ve yaygınlaşma temayülü, o ülkelerde büyük finansal yatırımları olan lider devletler görünümündeki Fransa, özellikle de Almanya’yı, fena halde ürkütmüştü. Gelişmeler öyle gösteriyordu ki mesele sadece Yunanistan’ın feda edilmesiyle kalmayacak, Sarkozy’nin de kafasına dank ettiği gibi, Yunanistan’ın iflası AB’deki herkesi etkileyecek bir domino etkisi ile EURO bölgesini riske sokacaktı! Henüz her şey toparlanmış değil ama kurtarma operasyonu sonunda, kaybedenlerin fazlalığı yanında, kâr edenin yine “vur patlasın çal oynasın havasıyla” dününü geçiren Avrupa’nın şımarık çocuğu Yunanlının olacağı açık. Nihayet Sarkozy’nin de söylemek noktasına geldiği gibi, 2001 yılında düzmece rakamlarla EURO bölgesine giren Yunanistan, bu sahteciliğini yıllar boyu devam ettirmekte beis görmemiş ve halkının “hoş hayatını” Avrupa’nın zengin devletlerine ödetmeyi başarmıştı!.. Sahte hesapların verdiği aldatıma bağlı olarak Yunanistan’a, özellikle finansal yatırımlar yapmakta beis görmeyen Avrupalı bankaların varılan noktada, temerrüde düşmüş bir ülke karşısında, iki ölümden birini tercih etmekten başka şanslarının kalmadığı ise aşikârdı. Öyle görülüyor ki uzun ve aylara sari müzakerelerden sonra nihayet Fransa ve bilhassa Almanya’nın Yunanistan’ın borçları üzerine bankalara yaptıkları “ya alacaklarınızın %50’sinden vaz geçer veya belirsiz bir zamandaki sıfır alacağa bile razı olabilirsiniz” mealindeki baskı netice vermiş ve “kırk katır mı, kırk satır mı?” misali alacaklılar, %50 satırına razı olmuş görünmektedirler. Anlaşmaya göre, bankalar ve finans kuruluşları, ellerindeki Yunan tahvillerinde %50 kaybı gönüllü olarak kabul etmektedirler. Böylece Yunanistan’ın borç yükü 100 milyar EURO azalacaktı! Bunu ve diğer ekonomik darboğazları sırtlayabilmek amacıyla da, AB Avrupa Finansmanı İstikrar Fonunun 440 milyarlık büyüklüğünü 1trilyon EURO’ya çıkarma kararını da verecekti. Yine bağlı olarak Avrupa bankaları denetimi altında tutan Avrupa Bankacılık Kurumu, AB’de bulunan bankaların Haziran 2012’ye kadar 106 milyar EURO’luk bir sermaye artırımı gerektiğini açıklayacaktı. Fakat, herhalde, AB’liğini en fazla rencide eden husus, başta Yunanistan ve diğer ülkelerin mali yapısına İMF’nin de müdahil olarak katılmış olmasıdır!.. Varılan anlaşma içerisinde dikkati çeken noktalardan bir diğeri, Berlusconi’nin zirve öncesinde “işimize kimseyi karıştırmayız” diklenmesine rağmen, varılan karara göre İtalya’nın kabul ettiği malî tedbirlerdir. Buna göre İtalya, emeklilik yaşının yükseltilmesini, özelleştirme ve iş hayatının esnekleştirilmesi yoluyla 5 milyar EURO’luk bir tasarrufu sağlamak sözünü vermiştir. Tarihi geçmişlerine baktığınızda başkalarının sırtından devlet kurmalarını veya sınırlarını büyütmelerini bir tarafa koyasak bile, yine başkalarının sırtından “güzel hayat” yaşamaya alışmış Yunan halkının hâlâ işin farkında değilmiş gibi “başkaldırı oyunu” oynamasına bilmem sizler içinizden ne geçiriyorsunuz? Ama ben, Avrupalı çokbilmişlere müstahak diyorum! Batı’nın şımarttığı palilkaryanın aklı başında olduğunu sandığımız Başbakanı Papandreu’nun anlaşma sonrası “Yunanistan için yeni bir gün doğuyor. Muhtemelen bazı bankaları kamulaştırmak zorunda kalacağız” diyerek meseleyi ameliyat masasına almanın zaruretine işaret etmesi, herhalde “anlayan için(!)” bir şanstı. Ancak galiba siyasetçi politikacılığından vaz geçemiyor ki, akıllı sandığımız Papandreu da, anlaşmayı referanduma götürerek sorumluluktan kaçınmanın bir yoluna bulmuş görünüyor! Peki sonrası!.. Bütün bu gelişmelerin gösterdiği bir başka husus, artık dünyanın ne 2nci Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi güç odaklarının, sadece ve de sadece, Batılı dünyanın yönlendirmesi ile şekillenmeyeceği ve şekillenmediğidir. ABD’deki ve AB’deki ekonomik açmazların bütün dünya devletlerine, şöyle veya böyle bir şekilde, tesir edeceği muhakkak olmakla beraber dünün Gelişmekte Olan Ülkeleri olarak isimlendirilen birçok ülkesinin, bugün artık pek çok noktada kendilerine Gelişmişlik vasfı verilmiş olanlarla yarışacak noktaya doğru gelmekte olduklarıdır. Bu GSMH’ larındaki büyümeler dışında yapısal değişimlerle halklarının yaşayışlarına yansıması yanında teknolojik gelişmelere sahiplenme gibi hususlarda da, açıkça, görülmektedir. Ekonomik gelişmişlikte, değerlendirme kıstaslarından biri kabul edilen ülke halkının yaşama standardını belirleyen unsurlardan biri olarak “iç tüketim harcamalarının” Gelişmiş Ülkelerde son yıllardaki durağanlığına karşılık, Gelişmekte Olanlarının dünya tüketimi içindeki paylarının, 1990’lı yıllardaki %20’lerinden, 2010 yılında %40’lara çıkmış olduğudur. Şu nokta unutulmamalıdır ki dünün Gelişmekte Olan Ülkelerin dünya nüfusundaki payı %85’lerin üzerindedir ve kalkınma hamleleri, aldıkları tedbirlerle, Batılı ülkelerin içine sürüklendikleri olumsuzluklardan en az şekilde müteessir olmalarını sağlamaktadır. Konudaki en bariz örnekler Hindistan ve Çin’dir. Rusya’yı da bu ikinci zümreye dâhil edecek olursak ki Avrupa, Rusya’yı çok anlaşılır görünmese de Türkiye misali, pek Avrupalı kabul etmemektedir, dünün Gelişmekte Olanlarının bugün kendilerini eskisi kadar ABD’ne ve AB’ne bağımlı hissetmemeleri, tabiidir ve yeni bir dünya perspektifidir. Şöyle bir değerlendirme yapıldığında ise Çin, Endonezya, Malezya, Hindistan, Vietnam, Güney Kore, İran ve Türkiye bu gelişme ivmesinde güç kazanmış ülkelerin başında gelenlerdir… O halde Türkiye, eksen kaymasıydı şuydu, buydu laflarına kanmadan kendine soracağı sorunun cevabını doğru vermelidir. Eğer Türkiye, bugün AB içinde olsaydı, demokratik gelişmeler bir tarafa konulacak olursa, iktisaden daha iyi bir konumda olabilir miydi? Yoksa!.. Bu yoksanın cevabın, Avrupa Konseyi üyesi Hollandalı parlamenter bayan Schaake, tersten ve dikkatle okunduğunda, hâlâ Birliğe yontmasına rağmen vermektedir: “Türkiye’nin merkez ülke politikaları Türkiye’yi AB’den uzaklaştırıyor. Biz AB olarak birçok konuda Türkiye’ye taviz(!) verdik. Şimdi sıra Türkiye’de!.” Bu bayan aynaya tabiatıyla kendi büyütecinden bakmaktadır amma bizlerin anlamamız gereken cevap sanırım açıktır… Konu bu noktaya gelince, kendilerini hiç sevmesem de, bir siyasetçimizin söylediği “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye yerini orada alır” sözünü hatırlıyorum. Tabiatıyla bu sözü tamamlamak da gerekecektir. Çünkü şimdilerde bir değil, yeni birçok dünya kuruluyor. O halde uzun bir süreçte olduğu gibi sadece ABD ve AB mihraklı Batıya bağımlı olmanın yararının olup olmadığının dikkatle irdelenmesi gerekmektedir ki Davutoğlu ve ekibi de, bazı aksamalara rağmen, bunu yapma gayretinde görünmektedirler.