Nisan ayındayız. Bir taraftan bahar müjdesi diğer taraftan yılardır Türkiye üzerine karabasan misali yüklenilmeğe çalışılan 24 Nisan sendromu! Yarın 24 Nisan! Daha aylar öncesinden başlayarak “eğer bilmem neresi(!) Ermeni iddialarını kabul ederse veya ABD Başkanı Ermeni soykırımından söz ederse ve de Temsilciler Meclisi bu iddiayı kabul ederse!..” saplantılarından başlayarak önce şahsımıza sonra da milletimize eziyet etmekle kalmıyor bühtanda da bulunuyoruz.. Dikkat edildiğinde lâikçi-Hıristiyanlardan müteşekkil devletler, yine bildik tarzda, gerçekleri araştırmaktansa siyasî sömürgecilerin bir zamanlar yalan yanlış yazdıklarına ve de diasporaların oyunlarına uyarak Meclislerinde siyasî kararlar almağa devam ediyorlar.. Ve biz, sanki köşeye sıkışmış kendini savunan bir boksör gibi sadece yumruk almamağa çalışıyoruz!.. Bu sıkıntılı haberler zincirinden kendimi kurtaramadığım günlerden bir gece koltuğumda bıkkınlık ve de öfke içinde başka âlemlere göçmüşüm… “Bir ülkede yaşıyorum. O ülkenin azınlıklarından bir ferdim. Ülke neresi mi? Onu tam ifadelendiremeyeceğim. Fakat o ülkede oldukça refah içersinde bir azınlığız ve de atalarımız yüzyıllardır o ülke halkıyla dostça, kardeşçe yaşayıp gitmişti. Büyüklerimizin önemli kısmı ülkenin ticari hayatında olduğu kadar siyasi hayatında da çok ehemmiyetli mevkiler elde edip yaşamışlar... Askere alınmıyoruz ve okuyan yazanımız çok sayıda. Bu yüzden önemli mevkilerde görevler yapıyoruz. Kısaca ve belki de başka azınlıklardan daha imtiyazlıyız! Yaşadığımız ülke son yıllarda mütemadiyen savaşlarla boğuşup duruyor. Dışarıdan birileri ülkeyi parçalamak için küçüklü büyüklü savaş sebepleri doğurmakla kalmıyor, ülke içinde yaşayan çeşitli toplulukları tahrik ederek onları başkaldırmaya teşvik ediyor. Bizim ileri gelenlerimiz Başkentte önemli roller üstlenirken çoğunluğumuz ülkenin belli bölgelerine yerleşmişiz. Yani askerlikten âzâde, kendi işimizde gücümüzdeyiz. Silahla alışverişimiz yok. Fakat bakıyorum aramızdan birileri gizli gizli birkaç zaman ortalardan kayboluyor ve sonra tekrar yaşadıkları yerlere dönüyorlar. Ben de heyecan duyuyor ve bu kaybolanların arasına katılıyorum. Bir de bakıyorum ki yaşadığımız ülkeye savaş açacak olan bir devlette gerilla eğitimi alıyoruz. Önce şaşkınım ama bize vaat edilenler önemli. Bin yıl kadar önce bu toprakların atalarımıza ait olduğunu, eğer isyan çıkarırsak bu topraklarda bağımsız bir devlet kurmamıza yardımcı olacaklarını söylüyorlar. Kulağa hoş geliyor. Ben de iyi kötü okumuşlardan biri olduğum için gelecekte, şu bizim devlette, bir makam kaparım diye düşünüyorum! Ayrıca duyduğumuza göre sadece bize çete eğitimi verenler değil Batının bütün lâik-Hıristiyan devletleri bizi destekliyorlar!.. Böylece biz yaşadığımız coğrafyalara geri döndüğümüzde elleri silah tutan eşkıyalar haline geldiğimizi pek fark etmiyoruz. Fakat devletimizi kurmak üzere dışarıdan verilen emirleri yapmağa söz verdiğimizi de biliyoruz! Bu arada dış güçler yaşadığımız devletin topraklarını paylaşmak üzere harekete geçiyorlar. Bizler de verilen emirler doğrultusunda bir zamanlar beraber yaşadığımız ve dostlarımız olan insanlara saldırarak onların ellerindeki topraklara sahiplenmeğe başlıyoruz. Bunun adı savaş! Bize anlatılanlarsa savaşta her şeyin mubah olduğu! Ayrıca biliyoruz ki erkeklerinin büyük kısmı cephelerde olan yıllarca birlikte yaşadığımız bu insanların sadece kadınları, çoluk çocuk ve yaşlıları kalmış buralarda. Yani biz, bizim olduğu söylenilen topraklarda kadın, çoluk çocuk kim kaldıysa onlarla savaşıyoruz. Onları yok etmek üzere katlediyor, öldürüyor gerekiyorsa mekânlarını yakıp yıkarak ortadan kaldırıyoruz. Kin doluyuz. Zira bize öğrettiler ki bu topraklar bizimdi ve yine bizim olmalıydı! Bunun için de topraklarımızda(!) bizden gayri yaşayanlar sayıca asgariye indirilmeliydi!.. Bu coğrafyaya işgalci olarak girmiş büyük ülkelerin sadece silah yardımları değil tutacakları raporları, kayıtları da, İngilizlerin ‘mavi kitaplarında’ olduğu gibi, yarın öbür gün işimize yarayacaktı!.. Önce terörle korku salmağa karar vermiştik. Sonra da baskınlar yaparak bizim dışımızdaki veya bizimle işbirliğine girmeyenleri evlerinden barklarından çıkarmanın her türlü yöntemini ortaya koyacak, onları yok etmenin türlü yollarını deneyecektik!.. Fakat ne olduysa birden garip bir takım değişiklikler ortaya çıkmağa başladı. Yaşadığımız ülke halkı öylesine bir direnç gösteriyordu ki işgalciler bir bir bu topraklardan çekilmeğe başlamışlardı. Bizim bölgemize girenler de geri çekiliyorlardı! Bizse tescil edilmiştik ve iş başındaki hükümet tarafından dostlarımıza, komşularımıza, toprağımıza ihanet ettiğimiz gerekçesiyle tehcire tabii tutulacaktık. Evet ihanet etmiştik ama bu topraklar bizim değil miydi? Müstevliler bize böyle anlatmamışlar mıydı? Fakat çok geçti! Zira bizi yola koşanlar artık arkamızda değillerdi ve de eski ülkemizle Uluslararası Antlaşmalar imzalamışlardı. Halkımızsa tehcir sırasında devlet tarafından alınan bütün tedbirlere rağmen yollarda hastalıktan, yorgunluktan ve de ihanetin hesabını soran halkın tepkili davranışlarından epeyce kayıp verecekti. Gittiğimiz veya daha sonra ulaşacağımız yerlerde ise lâik-Hıristiyan dayanışmasıyla kabul görecek ve de iktisaden önemli imkânlara kavuşarak lobiler oluşturma yoluna girecektik. Adımız artık diaspora idi! Güçlü idik, paramız vardı ve birilerini, hatta kendi içlerinden bile birilerini satın almak kolaydı!. Bize vaat edilen ülke ise küçülmüş ve de küçülmüş bir başkasının sınırları içinde eyalet adı altında bizi başkaldırıya sürükleyenlerden birinin sömürgesi olmuştu! Yıllar sonra bağımsızlaşacaktı ama yine yuları başkalarının elindeydi. Yani bizimkileri yönetenler ya diasporaya bağlı veya eski sömürgecisinin güdümündeydi. Bu arada, geçen yıllar içersinde Batılı dindaşlarımızın hazırladığı raporlardan, kayıtlardan hareketle mazlum rolü oynamaya karar vermiştik! Hani topraklarımızdan çıkarılmıştık ya!.. Ayrıca mazlumluk rol yapmak için çok geçerliydi. Üstelik 2’nci Dünya Savaşı soykırım gibi bir unsuru da gündeme getirmişti. Fakat her şeye rağmen olayı bir de terörle destekleyerek sesimizi duyurmak iyi olurdu. Böylece bizleri coğrafyamızdan eden ülkenin hariciyesini hedef almalıydık. Yaptık da! Onların birçok diplomatını öldürdük orada burada! Kendimizce intikam alıyorduk… Soydaşlarımıza bırakılmış küçük coğrafyada devletimiz kurulduktan sonra da ihanetin örtbas edilmesi duygusuyla diasporamızla işbirliği yapacak ve dünya nüfusunun çoğunluğunun bilgisizliğinden, öğrenmek isteksizliğinden, bir de mazlum rolünün getirilerinden istifade etmek üzere uluslararası arenada at koşturmağa devam edecektik. Tarihi değil siyaseti konuşturuyorduk!.. Karşı taraf tarih, arşivler dedikçe biz sağırları oynayacak ve de siyaseti kullanacaktık. Paramız vardı, rakamlar üzerinde oynayabilir, birilerini satın alabilirdik ve gündemde tutulan lâikliğe rağmen dünya genelinde dindaşlığımız daha da önemliydi! Medeniyetler ittifakı, kardeşlik vs.. bunlar dilendiğinde kullanılabilirdi ve de hele bizim kültürümüzden olumlayanlar için hiçte geçerli değildi! Bir şansımız da, karşımıza aldığımız ülkenin dış politikasında “monşerlerin önemli rol oynamasıydı”. Yani onların hariciyecilerinin milli meseleleriyle pek ilgileri yoktu. Güzel giyiniyor, konuşuyor, balolara gidiyor ve de eski tarihlerini ya yok kabul ediyor veya inkâr ediyorlardı. Bu bakış içersinde de zaten tarihleriyle ilgili bilgileri ya Batı kaynaklarından alıyorlar veya hiç öğrenme gereğini duymuyorlardı!. Üstelik okumuşları arasında kendilerine “aydın” sıfatını takmış olan öyleleri vardı ki bir Nobel uğruna veya alafranga snopluk adına bizden özür dilerler, böylece bize daha da önemli kozlar verirlerdi! Hele bir de “açılım” meraklısı bir idareyi yakalayabilirsek meselemiz daha da kolaylaşırdı! Bütün bunlar işimizi kolaylaştırırdı… Kısaca yaptıklarımız yanımıza kâr kalıyordu! Topraklarına, yaşadığı ülkeye ihanet etmenin, katletmenin, yakıp yıkmanın hesabını veren olmamız gerekirken hesap soran hüviyeti taşıyorduk! Çünkü dünya her şeyi Greko-Latin-Hıristiyan kültürü üzerinden sorguluyordu ve buna uyan o ülkenin “bir grup aydın adı verilmiş kuklaları” vardı!.. Ama evet ama vicdanım da çok rahat değildi!. Onca insanı katletmiştik, mekânları yakıp yıkmıştık! Boğazımı bir şeyler sıkıyordu….” Birden terler içinde gözlerimi açtım. Şaşkındım ama bütün o yaşananların bana ait olmadığının Şükrünü duydum. Sonra kendi kendime bizim insanlarımız, ben ve başkaları bugün veya dün azınlık oldukları ülkelerde meselâ Almanya’da şu Ermenilerin 100 yıl kadar önceleri Anadolu’muzda yaptıklarını yapmağa kalksalar yahut meselâ Berlin’i “yahu Berlin’in en tehlikeli sürecinde, 1960’lardan 1990’lara kadar, biz Türkler Doğu Almanya ile komşu idik! Siz Almanlar buralar gelmeğe bile korkuyordunuz, o halde buralar bizim” diye başkaldırsalar nasıl cezalandırılırlar acaba? Tehcir mi! Sınır dışı edilmek mi? Yahut duvarlar arasında çürümeye mahkûm edilmek mi? Ama tabiatıyla onların işlerine gelen politikalarına uyumunun bittiği noktadır. Yani dün bağırlarına bastıkları ve bugünse dışlama görüntüsü verdikleri PKK örneğinde olduğu gibi!.. Belki o kadar da gerilere gitmeğe gerek yok. Bugün asimile edemedikleri ırkdaşlarımıza yaptıklarının dikkatli bir araştırmasının gün yüzüne çıkabilse doğrusu Batının ikiyüzlülüğü ortaya çıkar mı dersiniz?. Fakat biz, bize karşı oynanmaya karar verilen “soykırım ve/veya 24 Nisan sorgulamasını” onların içi yüzleriyle karşılaştırmadığımız takdirde içimizden birilerini de bularak, ülkemiz üzerindeki oyunlarına devam edip gideceklerdir. Bu düşüncelerle ve uyku hoşluğu ile “canınız Cehenneme” deyivermiştim..