12 Eylül1963 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşmasından bugüne kadar geçen süre boyunca, Türkiye bir devlet politikası olarak AB'ye girmeye çalışmaktadır. Özellikle 1986'dan bu yana bütün hükümetlerimiz, AB'nin bütün arzularını "ev ödevi" titizliğiyle yerine getirmeye çalışmışlardır. Gümrük Birliği'ne girmemiz ise ev ödevini de aşan bir fedakârlıktı.  

ANAP, DSP, MHP koalisyon hükümeti döneminde Avrupalı parlamenterlerin Güneydoğu'ya giderek "incelemeler" yapmaları, hükümete bildirilmeden yapılan faaliyetler olduğu için, Dışişleri Bakanı Sayın İsmail Cem tarafından, ancak "nezaketsizlik" şeklinde tanımlanarak sitem konusu edilebilmişti.  

Belirttiğimiz bu süreç içerisinde, Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın geçtiğimiz günlerde sarf ettiği sözler, Türkiye'nin hem de başbakan düzeyinde ortaya koyduğu en sert tavrını oluşturmuştur:  

 ''Biz Türkiye'yiz ve Türküz. Kendi kararımızı kendimiz vereceğiz, Kimse içişlerimize karışmasın, bizim için Avrupa Birliği de olmazsa olmaz değil."  

Bu sözlerin sebebi, hükümetin zinayı ceza kanunu kapsamına bir suç olarak yerleştirme teşebbüsüne Avrupa'nın gösterdiği tepkiydi.  

Verheugen, ''Zina konusundaki anlaşmazlık nedeniyle yeni ceza yasasının kabul edilmemesinin çok kaygı verici olduğunu'' söylemişti.  

Bu manzara birçoklarınca, hükümetin zina konusundaki tutumunun AB'ye girişimizi engellediği şeklinde ele alınmaktadır. Bu çevreler, kısa süre önce Türkiye'de bulunan Verheugen'in burada, Türkiye AB'ye giriş için elinden geleni yapmıştır, müzakere tarihi için yeni şartlar ileri sürülemez, dediğinden hareketle kısa sürede AB üyeliğimizin kesinleşeceği kanaatini taşımışlardı.  

Oysaki aynı Verheugen, ülkemizden ayrılır ayrılmaz, Türkiye'nin 2015 yılından önce tam üye olamayacağına inandığını, söylemişti.  

Ayrıca AB'nin tarımdan sorumlu komisyon üyesi Franz Fischler ile iç pazardan sorumlu komisyon üyesi Frits Bolkestein'in açıklamaları da pek hoş değildi. Fischler: "AB'nin Türkiye'ye müzakere tarihi vermesi hata olur" demişti.   Fischler'e göre, Türkiye'nin AB üyeliği Avrupa Birliği'ne yılda 11.3 milyar euroluk bir yük getirecek. Bolkestein ise, "Türkiye birliğe girmeden önce bir dönüşüm geçirmeli. Tümüyle değişik bir kimliğe bürünmeden birliğe giremez" demiş ve Türkiye'nin Müslüman bir ülke olmasına atıfta bulunmuştu.  

İşte bütün bu gelişmeler, herkesten fazla AB'ye kilitlenen, herkesten fazla müzakere tarihi ve ardından kısa sürede birliğe katılış ümidi taşıyan AKP hükümeti için, muhtemelen bir acı sürpriz olmuştur.  

İki yıldır AB'ye giriş için her türlü şartı itirazsız yerine getiren AKP hükümetinin bir olumsuz sonuç gözlemlediğinden dolayı, o olumsuzluğa oy tabanının makul göreceği bir gerekçe göstermek arzusuyla zinayı suç kapsamına almak istemesi, bir siyasî taktik gibi görünmektedir. Tam da Türkiye raporunun yayınlanmasına üç hafta kala, AB yolunda her türlü gayreti sarf eden bir hükümetin, kendi gayretlerini sıfırlayacak bir adım atması başka türlü izah edilemez.  

Evet, tatminkâr olmayacak bir sonucun ufukta belirmesi karşısında oy tabanını memnun edecek bir taktik yapılmış olması bir ihtimaldir.  

İkinci bir ihtimal de hükümetin, AB'ye girişin Türkiye için hayırlı olmayacağını anlamış veya birilerince ikna edilmiş olmasıdır.  

Bu ihtimal, AB ile ilişkilerimizde ilk defa gündeme gelen "içişleri" kavramında gizlidir. Onun açılımını da yarın yapalım.